İhtida korkusu…
Eski başyazarın mülakatını önce “Ekşi sözlük” gibi okudum... Başlangıçta hayli eğlenceli geldi. İş bir raddeye varınca doğduğu yere, Mesudiye'nin Aşağı Gökcek köyüne, bir münzevî olarak çekilme düşüncesi ise hüzünlendirdi... Fakat konuşmada asıl Türkiye’de zihinlerin hürleşmesi bakımından gecikmiş nesil olgusu dikkatimi çekti. 1930’larda doğan, ilk ve orta öğretimini tek parti döneminde tamamlayan, gazeteciliğe atlayan, 1960 darbesinden sonra Kurucu Meclis üyesi olan, hariciyede alt düzeyde de olsa bürokratik görev alan, siyaseti deneyen ve her türlü askerî müdahaleden sonra itibar skalası yükselen başyazarın –onun şahsında neslinin- yolun sonuna geldiği kanaati hâsıl oldu. Onu dışarıdan gelen tehlikeler yıldıramazdı, geriletemezdi. Aksine pekiştirirdi. Şimdi belli belirsiz bir iç akım onu güçten düşürüyor, etkisizleştiriyor ve okuyucularını neredeyse akranlarıyla tahdit ediyor.
Bu iç tehdit görünüşte meslekî tutkunun öne geçmesidir. Başyazarın statik ideolojisi hiçbir zaman mesleği öne almaya müsaade etmezdi. Hani hukuk camiasında zaman zaman dillendirildiği gibi o ideolojiden “yana taraf”tı!
“Hakkın hatırını yüksek tutmak” onun kitabında yoktu. Meslek, kesinlikle ideolojinin aracı idi. İdeolojinin yorgun görünmediği dönemlerde bu tutum çok fazla rahatsızlık vermez. Aradan geçen bunca zamandan sonra ideolojinin yorgunluk ve düşkünlük halleri iyice su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Başyazar, bu hallerin farkında olsa bile, kişilik bütünlüğünü korumak için değilmiş gibi görünmeye devam etmiştir. İdeolojinin son sığınağı laiklik kalesi de çökmek üzereyken kendisinden bir nesil sonranın yayın yönetmeni “flaş” bir gazeteci atağı yapmış, başyazarın asla kendine konduramayacağı bir işe girişmiştir. Türkiye’deki şubelerine, camilere bir kere bile uğramadan dinin sembolik merkez ibadethanesine gitmiştir! Kendi söyledikleri doğruysa, hayatında bir kere bile namaz kılmadan, bir gün bile oruç tutmadan ibadette önceliği olmayan “umre” kastıyla Mekke ve Medine yolunu tutmuştur. Belki de İslâm’ın hiçbir ibadetini icra etmeden bu işi yapan ilk şahıs odur. TC nüfus kâğıdındaki “İslâm” kaydı bu imkânı ona sağlamıştır. Bilindiği gibi, Kâbe’yi sadece müslümanlar ziyaret edebilir. Kâbe’nin müslüman kisveli oryantalist ziyaretçileri olmuştur, fakat böylesi sanıyorum ki, ilk defa vuku bulmaktadır!
Hac, şarta bağlı olan bir ibadettir. Hem bedeni kudret, hem mâli kudret gerektirir. Umre esasen, “ziyaret” demektir. Kâbe’yi usulüne göre ziyaret etmek olan umreye “küçük hac” da denilmektedir. Bu hesapla, yayın yönetmenine bundan sonra “küçük hacı” lâkabı takılsa, buna gerçek hacılarımız ne der acaba!
Yazının başlığı, “Peygamberin yolunda” değildir. “Peygamberin izinde”dedir. Bu demektir ki, yayın yönetmeni, hâlâ iz sürüyor, yola gelmiyor! Hz. Peygamber insanlık için geniş bir yol açmıştır. Başyazarın aleyhinde nice yazı döşendiği “şeriat” kelimesi “Yol, geniş yol, doğru yol” mânasına gelir. “Tarik” de yol demektir. Tarikat büyük yolun içinde Allah’a ulaşmak için farklı yollar, şeritler...
Yayın yönetmeninin çocukluğu ve gençliğinde, ailesinin sahip olduğu siyasi görüşü dikkate alınırsa izcilik moda idi. “İz”inden gitmek ve “izindeyiz”li sloganlar kullanmak alışkanlıktı. Muhtemelen kendisi de böyle sloganları vaktiyle çokca sarfetmiştir. 1970’ler bu siyasî geleneğin çocuklarını daha genel ve evrensel ideolojilerle karşı karşıya getirdi. Fakat ideolojinin kuru ve sert yapısı, çok ciddi geçişlere izin vermedi.
Yayın yönetmeninin yazısında en fazla dikkatimi çeken “İhtida korkusu” oldu. İhtida etmediği, hidayete ermediği hususunda gösterdiği aşırı özen dikkatten kaçacak gibi değil. Her ne kadar, “Ben değişmedim. Sadece görmek, anlamak, meslekî tecessüsümü gidermek istedim” deniliyorsa da, büyük rol oynamak, laiklikle muhafazakârlığı uzlaştırmak iddialarından da geri kalınmıyor.
Yayın yönetmeni, gerçek entelektüel kriz yaşamak için konforunu sarsan bir olay bekliyor hissine kapıldım. Şimdi konforu yerinde. Kaymak tabakanın kaymağı denilebilecek kesimde. İtibarı yüksek. Bir tek mesele var, ideoloji artık tavzif-istihdam etkisini yitiriyor. Bu gazetenin misyonu açısından ciddi bir boşluk oluşturuyor. Bizim bilmediğimiz, sarsıntılar da hissettiyse, o başka. O zaman bu seyahate daha makul izahlar getirebiliriz.
Başyazar en gerçek inançlı kendisi imiş gibi, din ve dindarlar hakkında ahkâm keserken, yayın yönetmeni inançlı olduğunu beyan ediyor. Fakat inancını şahsileştiriyor. Şahsî bir dine, şahsına tahsis ettiği bir tanrıya inanıyor. Çok büyük bir benlik, ego hissi bu. Rabbini seçtiği gibi, onun adına şahsi bir din de oluşturarak sınır çiziyor. Allah bütün kâinatın, insü cinnin, doğuların ve batıların Rabbi... İnanıyorsan, koyduğu kuralları, emirleri yasakları yok sayıp, dini ve Allah’ı kendine tahsis ederek işin içinden çıkmak ne kadar doğru olur? O zaman Süleyman Nazif’in Abdullah Cevdet’e söylediği “bari küfründe samimi ol!” sözü hatıra gelir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.