Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Evlerimizi açmak

Evlerimizi açmak

Ramazanın özelliklerinden bahseden eski kaynaklarımız, hemen herkesin bir birlerini eve dâvet edip ağırladıklarını, misafirperverliğin ramazanda şahikaya çıktığını, davetlilerin kalabalıklığı yüzünden insanların sofralara sığmadığını yazarlar…
Buradan anlıyoruz ki Osmanlı ceddimiz konukseverdi. Evler bile buna göre planlanır, buna göre döşenir (“misafir odası” alışkanlığı o günlerden kalmadır), misafirin rahat etmesi için ne mümkünse yapılırdı.
“Ayda yılda bir gelen misafire göre ev mi döşenir” demeyin; çünkü Osmanlı evlerinde arada bir değil, hemen hemen her gün misafir ağırlanırdı.
Bu biraz da ulaşım imkânlarının sınırlı olması sebebiyle bir zorunluluktu. Çünkü Kadıköy’den, ya da Üsküdar’dan Fatih’e gelene kadar zaten akşam olur, bu yüzden misafir ister istemez yatıya kalırdı…
Tabii sırf bu zorunluluktan dolayı yatıya kalınmazdı. Osmanlı insanı gerçekten misafirperverdi ve misafirin yatıya kalması için ısrar ederdi. Bundan zevk alırdı. Hatta biraz yakın akrabalar haftalarca konuk olurlardı.
Osmanlı insanı, dini inançlarını salt “din” olarak değil, hayat tarzı olarak yaşardı. Daha özet bir deyişle, dini hayata geçirmişti. Konukseverlik de, kaynağı din olan bir hayat tarzıydı…
O kültürü hâlâ yaşayanlar var. Rahmetli babam da yaşardı.
Sanırım 1985 yılıydı. Rahmetli babam, memleketten yeni gelmiş, bizim tarlanın ürününden bir miktar da fındık getirmişti…
Aynı akşam bizim fakirhanede bir toplantı vardı. Yemek sonrasında usulen meyve ve tabii tarlamızın mahsulü fındıktan çıkardık… Fındık tabağı birkaç dakika içinde boşaldı…
Babam hemen içeri dalıp, tabağı doldurdu, ama tekrar boşaldı…
Babam üçüncü kez tabağı doldurmaya giderken, önünü kesip boş tabağı elinden aldım:
“Bunlar silip süpürüyor” dedim, “bu kadar yeter, birazı da bize kalsın.”
Babam âdâp erkân bilirdi. Sesini fısıltıya gömüp, “Saçmalama oğlum” dedi, “bunlar misafir, misafir on rızıkla gelir, dokuzunu bırakır, birini yer…”
“Ne birini babacığım” dedim sesimi yükselterek, “o senin dediğini eski zaman misafirleri yapardı, şimdikiler evde ne bulurlarsa silip süpürüyor, geriye bir şey bırakmıyorlar.”
Babamı ve neslini şimdilerde anlayabiliyorum. Biz ne kadar “Rabbana hep bana insanı” isek, onlar o kadar “ikram kültürü”nün insanıydı. Ve “ikram kültürü”, olanı paylaşmayı gerektiriyordu.
İkramı bile “infak” (yardım) sayan bir anlayış içinde yetiştirilmişler, vermeyi zevke dönüştürmüşlerdi.
Bu konuda rahmetli büyük amcamın rakipsiz olduğunu düşünüyorum.
Her şeyini paylaşırdı…
Elinde olanın bir kısmını vermekle kalmaz, bazen tümünü verirdi.
Bu yüzden zaman zaman darlık çeker, büyük halamın söylenmesine sebep olurdu.
Fakat rahmetli büyük amcam, Osmanlı geleneklerini yaşayıp yaşatma konusunda kararlıydı. İşe gitmediği günler, bizim evin yola bakan cephesine oturur, gelip geçeni kollardı…
Bir yabancı görür görmez de ayağa kalkar, hürmetle selâmını alır ve yemeğe buyur ederdi: “Buyurun fakirhaneye, Allah ne verdiyse yiyelim.”
Bazen zorla alıkoyar, sofra kurdururdu. Kendisi daha önce yemiş olsa bile, konuğuna saygıdan dolayı onunla birlikte sofraya oturur, yer gibi yapardı.
Ardından, “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var” diyerek cezveyi ocağa sürer, acı kahveler karşılıklı höpürdetilirken, sohbet koyulaşırdı.
Bu derin konukseverlikte, büyük amcamın yalnızlığının ne kadar rolü olduğunu bilmiyorum, fakat sebep ne olursa olsun, Osmanlı geleneklerinin gereği olan konukseverliği biraz da abartarak yaşatması hâlâ çok hoşuma gidiyor.
Akşamları da bize takılır, Dersim İsyanı’nı bastırmakta oynadığı rolü hikâye ederdi.
Büyük amcam, ramazan gündüzünde misafir ağırlayamazdı, ama iftarlarda bunu telafi ederdi. Bizim evde neredeyse misafirsiz iftar yoktu. Tanımadığımız insanlar bazen günlerce kalır, yeyip içerlerdi.
Bunun dışında bir de yakınlarımızla yapılan iftarlar vardı ki, işte onların tadı damağımda kalmış… Bazen bizim evde birkaç sofra birden kurulurdu. Zaten kadınlar ve erkekler ayrı sofralarda iftar ederlerdi. Usta bakırcılar tarafından özenle dövülmüş kocaman bakır siniler “sofra ayağı” dediğimiz yüksekçe ayaklara konur, etrafına oturulurdu.
Bazı konuklar ailece iftara gelirken, "teşekkür” anlamında uygun armağanlar getirirlerdi.
Yekpare ıhlamur ağacından delme kara kovanlarımız vardı. Bu yüzden evde halis “Atina balı” (bizim kazaya eskiden “Atina” denmesi, bizim uşakların Atina’yı fetih niyetinin tezahürü müydü, bilmiyorum) eksik olmazdı.
İftar sofrasında konuklara, “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” sözü eşliğinde önce bir kaşık bal sunulurdu… Sonra Allah ne verdiyse kaşıklanırdı.
Haberli, ya da habersiz gelen misafirlerden biri su ister ve içerse, suyu verene "Su gibi aziz ol" diye teşekkür eder, ya da kendisinden genç biri su vermişse, "Berhudar ol" diye dua ederdi.
Çocukluğumun iftarları özlemimin doruk noktasıdır. Öyle güzel anılar kaldı ki geriye, yaşadığımız ramazanın içinden dönüp bakmamak, bakıp anmamak olmazdı…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi