Atatürkçü çevreler ve 'yüce önder"
Ülkemin boynu niçin eğri?
Deveye, “Neden boynun eğri?” diye sormuşlar, “Nerem doğru ki!” demiş. Bugün, tartışılması gereken, Kürtçe isimlerinin değiştirilmesi değil. Öyle temel meseleler değiştirilmiş ki! Bunlar onun yanında, dağın yanında sinek gibi kalır!
Değişikliklerin temeline inersek, şöyle bir manzara ile karşılaşırız: Jön Türklerin ideoloğu olan Ziya Gökalp (ne gariptir ki, Türkçülüğü savunan bu zat, Kürt’tü!), orijinal, Arapça olan ibadet, Kur’ân dilinin Türkçe ile değiştirilmesini isteyenlerdendi. Ona göre, din kollektif bir paydayı temin ettiği için var olmalı, ancak duâlar ve ibâdetler Türkçe olmalıydı. Cumhuriyet, resmen pozitivizmi ideolojik bir temel olarak kabul etti. Ve bu sahada da iki karşıt uç gelişti: “Biz, kimliğimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar modern oluruz” diyenler. Buna karşı da, “Kimliğimize ne kadar çok sarılırsak ve hiçbir yeniliğe geçit vermezsek, o kadar gelenekçi ve dindar oluruz” diyenler. Oysa Türkiye, hem Doğulu, hem Batılı olmak, hem kendisi gibi kalmak, hem de evrenselleşmek zorundaydı.
Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında, “sosyalizm ve bolşevizm” prensipleri yerleştirildi. Bunu Bediüzzaman, sosyal feraseti ile keşfederek deşifre etti:
Ona “Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor” dediler.
Dinî reformlar da bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Topluma sosyal ve kültürel cepheden yön verme projesinin bir ismi olan “yüce önderlik”, 1789’larda Fransız İhtilâlinden gelip “deccalizmin” etkisinin sürdüğü başka ülkelere resmen sıçradı; değişik isim ve ideolojiler altında o toplumların yapısına göre de şekillendi. Tabiî ki, adı “din” değilse de, diğer yerleşik dinlerin yerini alan, ismi din olmayan, fakat “resmî” kanaldan, “resmî din” olarak...
“Siyasal din”in en karakteristik özelliği, yerleşik dinin yerine, “mitolojik bir soyun, mitolojik değerlerini” yerleştirme faaliyetidir. Stalin’in devrimleri, Mao’nun kültür devrimi, M. Kemal’in ilke ve inkılâpları, yâni CHP’nin “altı oku”, bunun tipik örnekleridir. İlkeler, “siyasal din”in inanç ve nerede ise ibâdet manzûmesi idi. M. Kemal de, Gündüz Aka’nın, “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter!” gibi benzer sözleriyle, “yüce önder” ilân edilmişti. Ders kitapları, resmî çevreler hep şunu terennüm ede gelmişti: “Yurdu kurtaran M. Kemal’dir. Türk ulusunu o yeniden yaratmıştır!” Zaten, ilkokullardan üniversitelere kadar onun efsâne, mitolojik kişiliği nazara veriliyordu. Her vesîle ile, “saygı duruşu”na geçiliyor, takdis ediliyor, karşısında kıyamda duruluyordu... Müslümanlık yerine, “Atatürkçülük” ikame edilmek isteniyordu. "Atatürk’ü sevmeyen Türk değildir, Müslüman da değildir" deniyordu.
Bilhassa 1924’lerden 1950’lere, ondan sonra da “Atatürkçü” çevrelerin, okullarda, kitaplarında, dünyalarında, M. Kemal’i, “yüce önder”, “efsane, mitolojik değer” şeklinde algıladığı ve öyle de lânse ettiği müşahede edilir. Müslüman Türklerin hayatında önemli mevkilere sahip olan tarihî şahsiyetlerin türbe ve mezarlarının ziyaretlerinin yasaklanıp, Anıtkabir ziyâretlerinin resmî bir teâmül, bir görev hâline getirilmesi, hiç şüphesiz ki bu inanışın sadece bir parçasını yansıtmaktadır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.