Vatansız ve pasaportsuz son Osmanlı
Vatansız olmanın ne demek olduğunu, insanlık tarihinde çok az eşine rastlanan ve Nemrut’tan daha beter zalim Stalin’in Kırım’da uyguladığı ve binlerce insanın hunharca öldürüldüğü 1944 sürgününü yaşayan Kırım ve Ahıska Türkleri bilir.
Bir de kendi topraklarından, kendi mal ve mülklerinden, kendi kurdukları devletten, kendi halkından koparılarak sürülen ve ölüme terk edilen, öldükten sonra cenazelerine bile tahammül edilmeyen atamız Osmanlı hanedanı bilir.
Bugün artık “sürgün” eden değil, “bağrına basan” bir devletimiz ve milletimiz var. Evet, Osmanlı hanedanının büyük bölümü, utanç verici durumu yaşadılarsa da hiç olmazsa Ertuğrul Osman Efendi’de aynı utancı yaşamadık.
Bugün de sözü Ertuğrul Osman Efendi üzerinde tutmak istiyorum. Vefatından bir yıl önce kendisiyle yapılan bir sohbette 1974 yılındaki meşhur afta Osmanlı Hanedanı’nın erkek üyelerinin de af kapsamına alındığı hatırlatılıyor ve kanaatleri soruluyor.
Ertuğrul Osman Osmanoğlu şöyle cevap veriyor: “Af çıktı” dediler. Biz de “Hiçbir zaman kabahat işlemediğimiz için affa ihtiyacımız yok” dedik. Af; hırsızları, katilleri ve canileri de kapsadığı için; “Biz ne yaptık ki affedilelim” diyerek bu affı kabullenmemiş ve bu yüzden o tarihlerde vatandaşlık başvurusunda bulunmamıştık. Ancak 2004 yılında, devlet yöneticilerinden gördüğümüz yakın ilgi sonucunda vatandaşlığa geçme kararı aldık.”
Ertuğrul Osman Efendi, 1924’ten sonra yetmiş yıl kadar Türkiye’de hiç bulunmadığı halde hep Türkçe konuşmuş. Bu, Hanedan’ın sürgüne giden ilk kuşağı için ortak bir özellikmiş. Hep vatanlarına dönme umudunda oldukları için devamlı Türkçe konuşmuşlar.
Çocuklarına da Türkçe hitap etmişler. Onun için sürgünü yaşayan birinci ve ikinci kuşak, hayatlarını Türkiye’de geçirmemiş olsalar da gayet güzel Türkçe konuşurlarmış. Ertuğrul Osmanoğlu Türkiye’ye ilk ayak basınca; “En çok neye şaşırdınız” diye sormuşlar, o da şöyle cevap vermiş:
“En ziyade şaşırdığım şey, tayyare meydanında bütün herkes Türkçe konuşuyordu. Çünkü bütün ömrüm; seyahatte, tayyarelerde geçmişti. Hiçbir yerde kendi lisanımı işitmemiştim. Yani böyle Türkçe bilen, ortada konuşan insanlar bana bir tuhaf geldi. Zeynep’e döndüm; ‘Bak, bunlar hep Türkçe konuşuyor’ dedim.
Ertuğrul Osman Osmanoğlu, laf sırası geldiğinde, dedesi 2. Abdülhamid’in “istibdat” kelimesiyle bir arada anılmasından hep rahatsız olur, şöyle dermiş:
“Büyükbabam kadar karalanmış biri yoktur herhalde. Ermeniler tarafından ‘Kızıl Sultan’ olarak binlerce kişiyi öldürmekle suçlandı. Oysa 33 yıllık iktidarında yalnız iki ölüm fermanı imzaladı. Onlar da ilk tahta geldiğinde.
II. Abdülhamid dönemine ‘İstibdat Devri’ damgasının vurulmasında daha sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Ermeni sorunu nedeniyle Sultan’a kızan dış güçler etken olmuştur. Ermeni meselesi çıktığında büyükbabam Ermenileri korumaya çalıştı. Ermeni gruplar daha sonra kendisine suikast düzenleyince bile tavrı değişmedi. Suikastçıları sonunda affetti. Ama yine de Avrupa’nın kışkırtmasıyla bu damgayı yedi.”
Ertuğrul Osman Osmanoğlu, manevi olarak çektiği bütün sıkıntı ve üzüntülerine rağmen, ülkemizi ve halkımızı hep çok sevmiş bir hanedan üyesi. 1949’da babası Şehzade Mehmed Burhaneddin Efendi’nin cenazesini taşıyan geminin İstanbul’a sokulmayışını hiç unutmamış. Mehmed Burhaneddin Efendi daha sonra Şam’da, Yavuz Selim Camii Haziresi’ndeki Osmanlı Hanedan Mezarlığı’na defnedilmiş.
Ertuğrul Osman Osmanoğlu, Türkiye’ye ilk kez 1992 yılında gelmiş ve ülkeye ancak uluslararası seyahat belgesi ve özel izinle girebilmiş. 1924’ten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu 2004’e kadar; “vatansız”, “pasaportsuz” ve bir soyadı olmadan yaşamış.
Ertuğrul Efendi’ye; “Uzun yılları vatansız ve pasaportsuz geçirdiniz, şimdi ise pasaportunuz, soyadınız ve sizin olan ülkenize, kendi topraklarınıza döndünüz. Bu konudaki duygularınız nelerdir” diye sorulunca şöyle dermiş:
“Pasaport verilmeden önce de Türk’tüm, şimdi de Türk’üm ve Türk olarak öleceğim.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.