Yürek pusulamız da bozulursa yandık!
Merak edecek onca şey olurken çevremizde, tutmuş bıyıklarımı merak etmiş o da: “Yavuz Bey, neden bıyıklarınızı Yavuz Sultan Selim gibi uzattınız?”
Yıllar önce verdiğim bir konferans sonrasında, dinleyicilerimden biri buna benzer bir sual sormuştu: “Yavuz Bey, eskiden bacağınız aksamıyordu, şimdi neden aksıyor?”
Cevabı anında yapıştırmıştım: “Türkiye’de bunca şey aksarken, siz sadece bacağımın aksamasını neden merak ediyorsunuz?”
Bu kez durum böyle değil. Bilerek ve isteyerek uzattım bıyıklarımı: Hem de çevremin muhalefetine ve sünnete karşı duyarlılıklarını kutladığım bazı okurlarımın kınamalarına rağmen…
Çok basit bir sebebi var bunun: Ben tarihi çok sevmeme, hayat boyu araştırıp yazmama ve “Tarihi Sevdiren Adam” unvanı almama rağmen, yazdığım insanlara (özellikle de Yavuz Sultan Selim’e) görüntü olarak benzemediğimi fark ettim…
Belki çok çocuksu gelecek, ama “Yavuz Padişah’a bari bıyığımla benzeyeyim” diye düşündüm. Çünkü onu çok seviyorum. Alâyişsiz, nümayişsiz, gösterişsiz bir hayat yaşaması beni çok etkiliyor. Sonradan görmeliği ayyuka çıkaran bazı “Müslüman zenginler” keşke onu örnek alsalar…
Neden süslenmediğini soranlara şöyle cevap verdi: “Vezirlerin süslenmesi padişahlarına hoş görünmek içindir, benim padişahım kılığa bakmaz yüreğe bakar! Bu yüzden süslü elbiseler giymeme gerek yoktur.”
Öyle bir Peygamber-i Alişan sevdalısıydı ki, rüyasına girip “Hilâfet sancağı yere düştü, al ve yücelt!..” der demez “Mısır Sefer-i Hümâyunu”na çıkmıştı. Halife unvanıyla İstanbul’a döndüğünde kendisini alkışlamak için günlerden beri bekleşen halka gözükmeden, arka kapıdan sarayına girdi. Sebebini soranlara dedi ki: “Biz bu yola, halka kendimizi alkışlatmak için çıkmadık, Biz bu yola Peygamber-i Zişan emriyle, Allah rızasını tahsil için çıktık! Bu durumda halka kendimizi alkışlatmamız kul hakkına girer.”
Yavuz Padişah’ın duruşu böyle bir duruştur işte. Yürek pusulasını Peygamber-i Alişan Efendimiz’in yüreğine ayarlamış, bu aşk sayesinde, sekiz yıllık saltanata seksen yıllık icraat sığdırmıştı. Yavuz’un kendi duruşu, kendi anlayışı, hayata kendi bakışı vardı. Bu haliyle, kıble yürekli Osmanlı insanının özü ve özeti gibiydi. Sonra ne olduysa oldu, ya kıyamet öncesinde eseceği söylenen o müthiş rüzgâr esti, ya da yürek depremine uğradık, yürek pusulamız şaştı! Yönümüz kıbleden saptı.
Duruşumuz bozuldu, ihlâsımız çözüldü, direncimiz ezildi, irademiz yamuldu!.. Batı’yı taklide, Batı’ya özenmeye başladık. Önce kıyafetimizi, sonra siyasetimizi uydurduk onlara…
Derken sıra, onlar gibi yaşamaya geldi. Gerçi hâlâ “mazbut”, hâlâ “tesettür”lüydük, ama onların öngördüğü “moda”ya göre giyiniyorduk. Onlar soydukça biz örtüyorduk, ama aynı podyumda aynı mankenlerle “defile”ye çıkıyorduk…
“Bikini mayo”ya itirazımız hâlâ sürüyordu. Ne var ki, “özenti”miz devam ediyordu: Bu kez, “çıplaklık”tan beslenen “mayo” ile “örtünme” anlamına gelen “tesettür”ü birleştirmiş, “tesettür mayo” icad etmiştik! Sanki denize girmek “farz”dı!
Artık bizim de, tıpkı “ötekiler” gibi tatil köylerimiz, tesettür plajlarımız, gösterişli ciplerimiz, ikişer bin dolarlık ayakkabılarımızla çantalarımız, yatımız-katımız var… Bizim de “Cafe”lerimiz, “Restaurant”larımız, “boutique”lerimiz, beş yıldızlı “Hotel”lerimiz, “Palace”larımız, “Brunch”larımız var… Biz de tıpkı “onlar” gibi, gecekondulardan yüksek duvarlarla ayrılmış Avrupai “City”lerde, yahut “Rezidance”larda oturuyoruz…
Kısacası, vaktiyle “ehl-i dünya” dediğimiz ve hayatlarını sadece “fani dünya” ile sınırlayıp “ebedi saadet”i kaçırdıkları için hafiften acıdığımız çevrelere benziyoruz.
Onlara müthiş bir özenti içindeyiz! Artık “şerefe” kadeh bile kaldırıyoruz! Bir farkla ki, kadehimize henüz sarhoş edici “müskirat” koymuyoruz. Şimdilik başka biçim bir özentinin dayattığı “cola” kadehini kaldırmakla yetiniyoruz: “Hadi şerefe!”
“Kendimiz” olmaktan, bize özgü olanı yaşamaktan, hayata “sevap-günah” penceresinden bakmaktan ve gerçek huzuru, saadeti ahirete erteleyip bu düşünce ile direnç kazanmaktan vaz geçmenin şerefine mi? Hadi bakalım, afiyet olsun!
•
“Batı” dediğimiz bilmem kaç kollu ahtapotun nemli, yapışkan, vıcık vıcık dokunuşlarını kendimi bildim bileli üzerimde hissederdim, ancak hayatımın hiçbir safhasında bu denli irkiltici olmamıştı...
Ne zamandır ahtapotun yüreğime bile dokunduğunu hissediyor. Yüreğimdeki imanın bu dokunuşlardan zarar görmesi ihtimali bendenizi fena halde ürkütüyor!
“Bilinçli dindar sanatçı”larımız bile inanç manzumemize ait müziği terk etmiş, Batı’nın melodilerine söz yazmakla, ya da İspanya’nın “pembe dizi”lerini filme çekmekle meşgul…
Bir tarihimiz, sanatımız, mimarimiz, peyzajımız yokmuş gibi yaşıyoruz.
Mısırlı kardeşlerimiz “ehl-i dünya”nın Batı’dan uyarladığı “Pop Star Yarışması”na “İlahi Star Yarışması” düzenleyerek (08.05.2009 tarihli Radikal) karşılık verdiklerini zannediyorlar…
Suudi Arabistanlı dindarlar ise, “Ruh Güzeli Yarışması” düzenleyerek Batı’nın “Dünya Güzellik Yarışması”na (aynı gazete) alternatif ürettiklerini sanıyorlar.
Bilmiyorlar ki, sadece “taklit”de kalıyorlar. Her taklit, aslını güçlendirir (Cola taklitleri dahil).
Oysa “Kendimize has”, “Müslüman” ve “özel” olanı terk edip başkalarını taklit ederek kendi çürümemizi hazırlıyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.