Demir ağlar ve hânedana saygı
Lise çağımda da karmaşa vardı. Hatta taşlar şimdiki kadar bile yerli yerine oturmamıştı... Her şey “Ali yazar, Veli bozar” tekerlemesinde olduğu gibiydi.
Herkes her telden çalıyor, “iman”la “küfür”, “doğru” ile “yanlış”, “gerçek”le “yalan”, “siyah”la “beyaz” atbaşı gidiyordu.
Türkiye, şimdikinden beter zıtlaşmalar, farklılaşmalar, kutuplaşmalar, inatlaşmalar dünyasıydı. Fakat korku kaynaklı müthiş bir sessizlik vardı. Kimse ne düşündüğünü söylemiyordu. Okulda öğretmenin, ailede babanın borusu ötüyordu.
Okulda öğretmenin, ailede babanın duymak istediklerini söylüyorduk.
Beni en inciten de işte bu ikiyüzlülüktü. Okul ile aile arasında kalmak gerçekten de çok inciticiydi. Okulda öğretilenler başka, anne babamın öğrettikleri başkaydı. Biri Mersin’e, diğeri tersine gidişti! Ama acaba hangisi tersine gidiyordu? Tam bir “değerler karmaşası” yaşıyordum...
“Karmaşa” yer yer “zıtlaşma”ya dönüşüyordu:
“Ya Atatürk, ya Vahideddin!”... “Ya Cumhuriyet, ya hilafet!”... “Ya dünya, ya ahiret!”
Bazen ölümlerden ölüm beğenmek zorunda bırakılmış idam mahkümlarına benzetiyordum kendimi: Ruhum eziliyordu: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusunu soracaklar diye ödüm kopuyordu.
“Aşağısı sakal, yukarısı bıyık” hesabında kala kalmıştım. Söylenenlerden hangisinin “doğru” olduğunu kestiremiyordum. Bunalıyordum, tökezliyordum, travma (sarsıntı) yaşıyordum.
Ondört-onbeş yaşlarında bir çocuktan elbette derin analizler yapıp “doğru”yu bulması beklenemez... Ya teslim olursunuz, ya da hırçınlaşıp isyan edersiniz... Ben hırçınlaştım. An oldu anne babama, zaman oldu öğretmenlerime isyan ettim...
Bu da benim kaçışımdı galiba, bir anlamda çevremden, diğer anlamda ise kendimden kaçıyordum. Başka çarem yoktu: Çünkü mantık tepetakla olmuştu...
İlkokula başladığım günlerde, “En çok kimi seviyorsun?” sualiyle başlayan travma, lise çağları sonuna dek sürmüştü. Ailede öğrendiğim gibi “Allah’ı seviyorum” desem öğretmenim, “Atatürk’ü seviyorum” desem ailem üzülüyordu. Sonunda işin “püf noktası”nı keşfettim: Evde “Allah’ı seviyorum” dedim, okulda “Atatürk’ü...”
Ailem de, öğretmenlerim de mutlu oldular, ancak ben hâlâ mutsuz, travmalar (sarsıntılar) içinde hâlâ vuruktum.
Okulda ezberletilen “Onuncu Yıl Marşı”nı bizim eve taşıyıp babamın seferden (denizci olan babam gemisiyle gider, aylarca kalırdı; annem bu gidişlere “sefer” derdi) döndüğü akşam bağıra bağıra keyifle okuduğumda, tıpkı öğretmenlerim gibi, babamın da sevineceğini ve beni ödüllendireceğini sanmıştım.
Fena halde yanıldığımı, babamın suratı düşünce anladım. Neye uğradığımı şaşırdım. Anladım ki ikiyüzlülük bir yere kadar işe yarıyor!
Koskoca öğretmenler bunu bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı ise, bizi neden ikiyüzlü olmaya zorluyorlardı?
Babam sevinir umuduyla bangır bangır okumaya başladığım “Onuncu Yıl Marşı”nı, babamın suratı asılınca, mırıltıya gömdüm: “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan...”
Ellerini iki yana açtı babam: “Hani göster bakalım” dedi, “nereleri örmüşsünüz demir ağlarla?”
“Örmedik mi?” diye sordum şaşkın şaşkın.
“Örmediniz elbet” dedi, “sadece Ankara ile Sivas arasına tek hat döşediniz. Onyedi senelik kesintisiz iktidarın tüm eseri bundan ibaret mi olmalıydı?”
“Padişahlar bunu bile beceremedi ama” diye savundum bana öğretilenleri...
“Hâlâ çalışan Bağdat Demiryolu’nu ve Hicaz Demiryolu’nu sen mi yaptırdın yoksa?” diye dalga geçti benimle.
“Yoooo” dedim şaşkın yarım yamalak, “ben yaptırmadım.”
“Kim yaptırdı öyleyse?”
“Kim?”
“Seninkilerin beğenmediği Sultan İkinci Abdülhamid tabii.”
“Benimkiler?..”
“Muallimlerin falan yani...”
Başöğretmenim Hikmet Bey gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’i beğenmiyordu. “Beğenmek” ne kelime; hatta nefret ediyordu. Adını bir yerde mecburen geçirmek zorunda kalınca “Kızıl Sultan” filan diyordu.
Şaşırdığımı, hatta iyice yamulduğumu ve için için “Hangisi doğru?” diye düşündüğümü biliyorum. Babamın bir kez bile yalan söylediğine şahit olmadığım için ister istemez ona hak veriyordum, ama ya Başöğretmenimin anlattıkları ne olacaktı?
O da gözümde büyüyordu. Koskoca Başöğretmen. Yalan söyleyecek değil ya!
Evle okul, babamla öğretmenim arasında sıkışmış kalmıştım. Ruhum eziliyordu... Öğretmenlerim “demir ağlarla ördük” diyorlardı, babam “örmediniz” diyordu.
Öğretmenlerimin “Kızıl Sultan” dedikleri Sultan İkinci Abdülhamid’i, babam, “Hicaz demiryolunu yaptı” diye alkışlıyordu.
Hem de neymiş biliyor musunuz? İstanbul’dan hareket eden tren Medine’ye iyice yaklaşınca duruyor, raylar keçe ile sarılıyor, ondan sonra tekrar hareket ediyor ve Medine’ye olabildiği kadar sessiz giriyordu...
Amaç, babamın söylediğine göre, “Ruh-u Resul’ü rahatsız etmemek”ti.
Ne zaman gazetelerde Osmanlı Hanedanı’na mensup birinden söz edilse, ecdatları gibi yaşamadıklarını bile bile saygı hissiyle dolmam bundandır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.