Burjuvamız gelmedi; eşrâf verelim!

Burjuvamız gelmedi; eşrâf verelim!

Bazen gazetelerin ilan sayfalarında "güzel ilçemizin eşrâfından filan efendi, falanca hanım..." şeklinde ibârelere rastlayınca gülümsüyorum. Aklıma hemen, -hiç münasebeti olmadığı halde "Cami yıkılmış ama mihrap yerinde" deyişi geliyor.
Eşrâf, şerîf kelimesinin çoğulu olması hasebiyle "şeref ve itibar sahibi kimseler, ileri gelenler" mânâsına gelmektedir. Eğer burjuvazi kavramı, bizim kültürümüz tarafından üretilen bir tabir olsaydı, belki en doğru karşılık olurdu. Burjuvazi, Batı'da Ortaçağ şehirlerinde, milâdi X.-XII. asır civarlarında beliren bir zümre. O devirlerde Avrupa'da herkesin bildiği birkaç sosyal sınıf var; bunlar asiller, ruhbanlar (kilise mensupları) ve toprağa bağlı köle (serf) ve onlara nazaran daha hür köylülerden müteşekkil sosyal tabakalar. Burjuvalar, işte bu sosyal tabakalaşma içinde yeni bir sosyal sınıf olarak beliriyor, şehirlerde oturuyorlar, önceleri ticaret, daha sonra imalat ve sanayi ile uğraşıyorlar. Ne köylüler, ne de asil. Zamanla zengin oluyorlar, ihtiyaç duydukları tek ve en önemli şey, Ortaçağın zaptüraptlı toplum hayatı içinde daha fazla hürriyet: İş sahibi olmak, ticaret yapmak, gayrımenkul satın alabilmek, hızlı ve standart işleyen bir hukuk çerçevesine sahip olmak, sınıf çıkarlarına engel olan asil ve ruhban sınıfını ortadan kaldırmak istiyorlar ve neticede bunu başarıyorlar. Avrupa şehirlerinin gözle görülür zenginlik ve intizamının gerçek sahibi (tabii asillerin mahdut katkısı sayılmazsa) burjuva sınıfıdır. Burjuvalar, varlıklarını kabul ettirdikten sonra siyasete gözlerini dikiyorlar. O devrin kaidesine göre asillerden gayrısının siyasetle uğraşması yasak. Uzatmayalım; Fransız ihtilali, burjuvaların eseri; insan hakları, eşitlik, hürriyet, kardeşlik gibi sloganlarla burjuvalar, asillerin ve din adamlarının canına okuyorlar. Demokrasi ve liberal düşünce de, şehirlerde yaşayan, ticaret ve sanayi ile uğraşan burjuvaların sınıf haklarını daha iyi korumak için kullandığı bir kavga silahıdır aslında.

BURJUVAZİMİZ ŞEHİRLİ Mİ?

Bizde burjuva yok ama ona benzer bir eşrâf zümresi var. Bizim eşrâfımız adı üstünde şehrin ileri geleni ve itibarlısı da, burjuvazi gibi dinamik bir sınıf değil. Siyasi otoriteye hürmetkâr, statükodan yana. Sadece bu iki özelliği bile aslında 'eşrâf'ın niçin 'burjuvazi' sayılmayacağını açıkça gösterir.

Avrupa'da XVIII ve XIX. asırda zirveye ulaşan Sanayi ihtilâli'nin uzak dalgaları, Türkiye'ye ancak 1950'li yıllarda kısmen ulaşabildi. Şehirlerimizin eşrâf takımı, ancak o tarihlerden sonra kısmen burjuvalaşmaya başladılar. Bugün, sanayileşmenin yoğun olduğu Batı Türkiye'de gözle görülür yoğunlukta bir burjuvazi teşekkül etti ve yeni burjuvazimiz, batıdaki prototipine benzemeye başladı. Ne var ki batılı burjuvazinin gözle görülür ilk vasfı "şehirli" olması ve şehir değerlerine ağırlık vermesi. Bizim burjuvazimizin ne ölçüde "şehirli" olduğu meselesi, şu anda çok su götürür bir tartışma konusudur.

BAĞ-KUR EMEKLİSİNDEN "EŞRÂF" OLUR MU?

Bu uzun ve sıkıcı girizgâhın amacı, memlekette şehir değerlerine ve şehrin fiziki çehresine karşı hassas bir burjuvazinin var olup olmadığını meraktan ibarettir. Halihâzırdaki eşkale bakınca, bu şehirde burjuvazi gibi öncü, üretici, sürükleyici, enerjik ve şehir değerlerine bağlı bir zümrenin bir eser miktarı olsun bulunmadığı âşikârdır. Vakıa şehirlerimizde kendi çapında varlıklı, müteşebbis ve bulunduğu sosyal refah seviyesini yukarı doğru çekmek için vargücüyle didinen bir zümrenin mevcudiyetinden söz edilebilir. Bu zümrenin etkili çevrelerle ilişki içinde bulunduğu, farklı bir sosyal kategori olarak varlığının şuuruna eriştiği, birbiriyle dayanışma içinde hareket ettiği ve hele siyasi karar mekanizmalarını harekete geçirmek için pek hevesli olduğu da ileri sürülebilir. Ancak bu zümre içinden pek azı, içinde yaşadığı şehrin manevi ve fiziki çehresinin estetiği ile yakından ilgilenmek lüzumunu hissetmektedir.

Batı Avrupa'da burjuvazi klasik kültürün, klasik kültür değerlerinin tabii savunucusu durumunda olduğu gibi, içinde yaşadığı şehrin de madden ve mânen sahibidir. Bu yüzden Batı Avrupa'da şehir idaresinde merkeziyetçi eğilim zayıftır ve yerinden yönetim prensibi kuvvet kazanmıştır. Şehirli unsurlar, şehrin temelinde ve harcında payları bulunduğu için yaşadıkları şehre sahip çıkarlar ve merkezde bir yerlerde, en ufak ayrıntılara bile burun sokma eğilimindeki merkez bürokratlarını işlerine karıştırmaktan hoşlanmazlar.

Oralarda her şehrin bir sahibi bulunur; şehirde yaşayanlarla şehrin bizatihi kendisi arasında çok manidar ve kuvvetli bir ilişki vardır. Şehrin sahipleri, şehri bütün tedaileri ve müştemilâtı ile esirger ve muhafaza ederler.

Elbette bizim şehirlerimizin, Batı Avrupa'nınkine pek az benzeyen bir tarihi geçmişi var. Bizim şehirlerin eşrâfı ile şehrin bizatihi kendisi arasında sadece çok zayıf bir "hissi alâkâ"dan bahsetmek mümkündür. Esasen eşrâf dediğiniz mahlûk, artık tavuskuşu kabilinden, nadir tesadüf edilir hale gelmiş bulunuyor. Bizim eşrâfımız hiçbir zaman sosyal bir sınıf olabilme durumuna gelemedi. Onlar, bizden önceki devrin ağırbaşlı, oturaklı ve etraflarında olup bitenden pek az haberdar eşhasından ibaretti. Bugün büyük çoğunluğu vefat etmiş bulunuyor; kalanları SSK ve Bağ-Kur emeklisidir. Şehir, onların artık tanımakta güçlük çektiği bir ucube haline gelmiştir, evleri yıkılmış, düzenleri bozulmuş, yuvaları parçalanmış, variyetleri küçülmüştür. Ama yine de her şehrin ileri gelenleri vardır ve bunların ortak farîkası, "şehirli" değil, "variyetli" olmalarıdır ve içlerinde pek azı yaşadığı şehirle münasebetini bir "kültür imbiği"nden geçirmeyi akledebilmiştir.

*

"Bu nasıl pazar yazısı böyle?" diye buruşmayalım; belki de yazarınızın canı, ders verdiği günlere doğru şöyle bir uzanmak istemiştir...


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi