Resneli Niyazi'nin geyiği hâlâ yaşıyor!

Resneli Niyazi'nin geyiği hâlâ yaşıyor!

Yalçın Küçük'ü ilk defa seksenli yıllarda okumuş, onun, "Bilim, meçhullerin alacakaranlığında ışıltılarını hissettiren hakikate erişebilme iştiyakidir" mealindeki sözünden çok etkilenmiştim.
Söz, kelimesi kelimesine böyle değildi, zihnimde böyle kalmış. Geçen zaman, bu hiperaktif görüntüsü veren bilim adamını şaşırtıcı aşırılıklara sürükledi, âdeta savurdu. Onun, vaktiyle birçok paşaların dağa çıktığını hatırlattıktan sonra, "Dağa gitmek o kadar kötü değil! Enver Paşa, Talat Paşa, Eyüp Sabri 1. Meşrutiyet ne kadar enteresan, üçü birlikte dağa çıktılar. Meşrutiyet böyle kuruldu." sözlerini hayretle okudum, üzüldüm. "Deveye boynun eğri demişler..." atasözünde olduğu gibi bu cümlenin neresini düzelteceğini şaşırıyor insan: Birincisi Talât Paşa asker değildi, paşalık Osmanlı bürokrasisinde bürokratik bir ünvan olarak kullanılırdı. İkincisi Eyüp Sabri, Enver, Niyazi gibi "dağa çıkan" kahramanlar (!), o esnada paşa filan değil, üsteğmen, yüzbaşı rütbelerinde gencecik çocuklardı. İçlerinde Niyazi ve Eyüp Sabri'nin paşa olduğunu ise nedense hatırlamıyorum! Üçüncüsü ve en dramatik olanı ise şudur: O genç zabitler dağa çıkarak memleketi kurtarmadılar, bilerek veya bilmeyerek devletin mahvına sebeb oldular.

Aradan geçen bir asırdan sonra "Vatan kurtaran arslan" edebiyatının, Resneli Niyazi'nin geyiği mertebesini aşamamış olması, eğitim sistemimiz nâmına büyük bir faciadır; merak edenler gerek Resneli Niyâzi'nin ve gerekse Balkan dağlarından binbir zahmetlerle İstanbul'a getirtilen "Gazâl-ı Hürriyet"in hazîn âkıbetini araştırıp öğrenebilirler. Bazı rivâyetler, zavallı hayvanın ahırı andırır yerlerde günlerce süründürüldükten sonra Beyoğlu'nda bir lokanta mutfağının izbesinde kesilip etinin müşteriye "yahni" olarak yutturulduğundan bahseder.

Gönül isterdi ki, darbecilerimiz bile fikri nokta-i nazardan demokratik düzen yanlılarına şapka çıkarttıracak kertede donanımlı, meselesine hâkim ve ehil kişilerden müteşekkil olsun; içlerinde en âkılının en "âkılâne" sözleri işte bu minvalde.

Büyük tehlike atlatmışız meğer...

Pazar günü bizim gençlerle maça gittik. "Ahmakıslatan" tarzında serpiştirip duran yağmurun altında "Yeni açık" tribününün kirli ve hurdalıktan toplanmış izlenimi veren plastik sandalyelerine henüz yeni ilişmeye çalışıyorduk ki karşı tribünlerden koro halinde bir küfür salvosu yükselmeye başladı. "Nedir, kim kime niçin küfrediyor" diye soruşturdum; yağmurluk ve çekirdek satan delikanlı, küfürlerin bir spor yazarını hedef aldığını söyledi. "N'oolmuş ki?" sualime ise kimse cevap veremedi.

Az sonra "Hürriyet dışarı" diye bir başka sözlü linç salvosu daha... Meğer, tribünler tarafından annesinin pek de mazbut bir hanımefendi olmadığı yolunda galîz iddialar ileri sürülen tezahüratta sözü edilen kişi, Hürriyet Gazetesi spor servisinin başındaki zat imiş!

Utanç verici bir vaziyet; Galatasaraylılık ruhu filan diye bir şeylerden bahsedilirdi vaktiyle; kalmamış öyle bir şey. Kendini savunmasına o anda imkân bulunmayan birine gıyabında koro halinde küfredilir mi; üstelik -eminim ki canından çok sevdiği- validesine. Gösterilen tepki haklıdır haksızdır tartışmam bile. Küfür zaten kendi başına düşmanlık ibrazıdır ve her türlü medenî ilişkinin tükendiği andır.

Tribün korosundaki küfürbazlardan biri, ağız dolusu küfrettiği kişiyi sokakta görse, aynı yiğitliği yüzüne karşı da gösterebilir miydi acaba?

Galatasaray'a, Galatasaraylılığa yakışmadı. Bu hakareti düzenleyenlerden GS Yönetimi hesap sormalı; resmen rezillik, utandık yahu!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi