Serdar Arseven

Serdar Arseven

Müthiş hanımefendiler!..

Müthiş hanımefendiler!..

Marifet değil elbet; istikrarsızlık:
Altı kez üniversite imtihanı kazandım.
Hepsinde de bayağı baba bölümlere kayıt yaptırdım. Bunlardan ikisini bıraktım. Birinden atıldım, birine kaydolmaya gerek görmedim. İkisini de bitirdim.
Bu uzun öğrencilik sürecinde, mesleğime de devam ettim. Daha doğrusu, mesleğimden fırsat buldukça derslere gittim.
Benim için çok öğretici oldu, bu talebelik dönemleri.
Gazeteciliğe başladığım günlerde… Yani, 20 sene filan önce sağda solda tek tük başörtülü öğrenci görürdüm.
Kendi hallerinde gidip gelirlerdi. İlgilenmezdim. Bir gece… Güneş gazetesinin istihbarat servisine; “kamu görevlileri” geldi. Ve… On-on beş kadar fotoğraf aldı…
Sonradan öğrendim ki, bunlar üniversitelerdeki başörtülü hanımların fotoğraflarıymış… Herifler kızcağızları fişliyorlardı!..
Benim için berbat olanı; onlara servis yapanlar da bizim meslektaşlardı!.. Sözde gazeteciler!..
Bir gazetecinin “derin devletle” ya da başka odaklarla paylaşacağı bilgi, belge, fotoğraf olabilir mi?..
Başörtüsü-türban meselelerine uzaktan baktığım, “üniversiteye girebilmişler-girememişler, çoğalmışlar, azalmışlar” pek de ilgilenmediğim günlerde, çalıştığım gazetenin “örtülü öğrenci” fotoğraflarını servis yapması canımı fena halde sıkmıştı.
Dayanamadım, bıraktım.
Sağlanan imkânlar açısından memnun olduğum bir işi, etrafımın “fevri” bulduğu bir tavırla bırakmış olmam, değişik duygulara yol açtı bende.
Her gittiğim yerde, mutlaka hak-hukuk mücadelesi vermemi sağlayacak bir konu bulup üzerine gitmeye ve başımı da belaya sokmaya alışıktım da… Bu kez işin içine “Din-Diyanet” mevzuları da girmişti.
Bir yerinden “İslam’da başörtüsü var mı?” sorusuna takılıp kaldım…
O soruya cevap bulduğumda, iş taaa “Allah var mı?”ya kadar gitti.
Güneş gazetesinde o talihsiz işbirliğine şahit olmam, beni nerelere getirmişti!..
Sonra, sonra… Buralara kadar vardık, işte...
Dağıtmayalım; meselemiz başörtüsü, daha doğrusu başörtülüler…
“çok üniversite değiştirdiğimizi” söyledik ya... Dünyanın başörtülüsünü tanıdık bu sayede…
Diyebilirim ki; onlardaki genel seyri, kendilerinden sonra en fazla bilenlerdenim… O “serbesti”nin hüküm sürdüğü… Yani, kapıda engellemenin filan pek söz konusu olmadığı yıllarda, acayip bir durum vardı.
Yanlış anlaşılmaktan, gönül kırmaktan korkuyorum;
Sokaklarda pervasızca dondurma yalayan türbanlılar ya da okey masasının dördüncüsü olanlar…
Ben, “açık-saçık” bir çevreden gelmiştim… Bu tarafınsa, çok farklı olduğunu düşünmüştüm… Farklı olduklarını görmekle birlikte… çok da farklı olmadıkları hissine kapıldığımda; bir hayli üzülmüştüm!..
Birtakım dostlar; “Başlarını örttüler diye, evliya zannetme!.. Vardır her kulun bir kusuru” filan dedilerse de… Bu kesimdeki “dağıtma” hâli dikkatten kaçacak gibi değildi…
Sonra… Sadece onlar değil; bir de “İslamcı feminist” denilen tipler çıktı...
“İlle de benim fikrim, benim fikrim, bence, ben böyle düşünüyorum!..”
Of!.. İlle de “Ben!..”, ille de “Ben!..”
Tamam “özgüven” iyi de; “çırpınış” niye!.. Bu “ispat” çabasının sebebi ne?..
Anladım ki, Duygu Asena, Necla Arat gibi sol feministlerden etkilenmişler; “Erkek egemen toplum” hikâyesi!..
***
Tabii… Sadece bu bayanlarda değil, erkeklerde de bir dağılma süreci dikkat çekiyordu…
Başörtülü kızlar ve onların her birine “dava arkadaşı” artı “hayat arkadaşı” olarak sahip çıkan dindar erkekler…
Hepsi değil ama çiftlerden bazılarının hayli savrulduğu, öbür tarafın “flört-çıkma” pozisyonlarına uyduğu gözlerden kaçmıyordu…
İşimizin bugünkü gibi baştan aşkın olduğu günlerde, “Ne olacak bu Müslümanların hâli” sızlanmasına da vakit ayırırken… Bir şeyler oldu… Ortalık karıştı... Baskılar arttı…
Sonra, sonra… Hadi… Yer darlığını da bahane ederek, gelelim taaa bugüne… çok farklı bir nesil geldi…
Bugün… Anayasa değişikliğine rağmen “eğitim hakkı ihlaline” devam eden zorbaların karşısına dikilen hanımlara bakıyorum…
Müthişler!.. Gerçekten de… Her halleriyle, birer hanımefendi…
“Ilımlı İslam” kuşatmasının hüküm sürdüğü bir dönemde, “sapasağlam” bir nesli görmenin huzuru içindeyim.
Ablalarının yanlışlarına düşmemek için kılı kırk yararken; mücadele azimlerinden de bir şey kaybetmiyorlar…
Her hallerinden belli: Süzüle süzüle bugünlere gelen gerçek dava hanımları… Onca mücadelenin ortasında, son derece “akılcı” tepkiler veriyorlar. Ağızlarından bir tek “kötü söz” çıkmıyor…
Bir grup hanımefendi, hepimize ders verir gibi, “sivil itaatsizliğin” en nezih misallerini sunuyor…
Bugünlerde, hayli gerildim… üniversite yöneticileriyle köpeklerinin hakaretleri-zorlamaları, sabrımı taşma noktasına getirdi.
Lakin baktım; onlar son derece kararlı, sakin, rahat…
“Amel defterlerinin kapanmamasına vesile olacak bir mücadeleyi vermenin” şuuruyla hareket ettikleri hemen fark ediliyor.
Partiden, pırtıdan, küçük hesaplardan o kadar uzaklar ki… “Yakın geleceğe” yönelik bütün hayallerini “inançları uğruna” ellerinin tersiyle itebilmenin huzuru bakışlarına yansıyor.
Aklıma gelene bak:
Ne oldu biliyor musunuz?.. Sabahın yedisinde ümitle okullarına gelen kızcağızlar, yedi saat boyunca ayakta beklemişler… Biz bu bekleyişin dört-beş saatinde oradaydık. çeşitli medya organlarından gelen meslektaşlarımız ise, içeri alınmıyordu…
Biz demir parmaklıkların içe, onlar dışa bakan tarafında, bekleşiyorduk…
Aradan yarım saat geçti; baktım, iki başörtülü hanımefendi… Ellerinde bir tepsi, on kadar çay… Dışarıda bekleyen meslektaşlarımız içindi…
“Şu işe bak” dedim içimden: “Sabahın ayazından bu yana ayak üstü bekletilen bu çocuklar, henüz on beş dakika evvel gelen meslektaşların üşümüş olabileceklerini düşünerek çay götürüyorlar!..”
İsteyen; “Onun için değil de, iyi haber yapmaları için böyle yapmışlardır” filan desin…
Velev ki öyle olsun, bu da ne kadar düşünceli olduklarını göstermez mi?..
Daha fazla uzatmadan şöyle bitireyim: Laikçi azgınlığın iyice şiddetlendiği bu kritik dönemde tanıdığım yeni nesil hanımefendilerine bilemezsiniz ne büyük saygı duydum.
Son günlerde, hayli gerildimse de… Şimdi, çok mutluyum!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Serdar Arseven Arşivi