ABD programının gösterdikleri...
Başbakan Erdoğan’la birlikte çıktığımız ABD seyahatini tamamladık.
Ve Meksika’ya ulaştık.
¥
Tabii, kafamızda, “ABD programının somut kazanımları ne oldu?” sorusu var.
Menfur terör saldırısının bütün bir millete kan ağlattığı süreçte, ABD’den “masa üstünde kalmayacak” birtakım “net mesajlar” çıkmasını ummaya çalışıyorduk...
¥
ABD’den “çok da net mesajlar” geldiğini söylemek güç.
Başbakan Erdoğan, sorumuz üzerine Obama ile yaptığı görüşmenin “Milat” olacağını söyledi...
Evet, milat...
Ancak, ABD’nin “sundukları” bakımından değil.
İlişkilerin “yeni seyrini açıkça ortaya koyması” bakımından.
¥
Öncelikle, “somut olarak ne aldık, ne verdik” meselesine gelecek olursak.
Erdoğan-Obama görüşmesinden ve geniş katılımlı görüşmelerden çıkanlara bakılırsa, Türkiye, 10 yıllık bir aradan sonra yeniden gündeme gelen “nitelikli sanayi bölgeleri” meselesinde yol alacak gibi.
ABD’ye gümrük vergisinden muaf mal ihraç edebilme avantajını sağlayacak olan “nitelikli serbest bölgeler” için seçim öncesinde somut adımlar atılırsa, “işsizlerin iş umudu” artar.
Somut gelişme bu...
Türk tarafından, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın öncülük edeceği çalışmalar başarıyla sonuçlanırsa, özellikle “hazır giyimciler” için ABD pazarı iyice açılmış olacak.
NSB’lerin “Kuzey Irak” sınırında kurulacak olması da, açılım sürecine katkı sağlaması açısından beklenen bir durum.
Hükümetin eli özellikle bu açıdan biraz rahatlayabilir.
¥
Bunun dışında ne çıktı derseniz, Obama’nın “Afganistan’da savaşmamız” yönünde bir talebi ısrarla gündeme getirmesi zaten beklenmiyordu.
Türkiye’nin “Afgan Ulusal Ordusu”nun Afganlılarca kurulması, bir başka ifadeyle “Afganistan’ın güvenliğinin Afganlılara bırakılması” yönündeki görüşünü net bir şekilde ortaya koyması kayda değer bir nokta.
İran kaynaklı sözde nükleer tehdit konusunda Türkiye’nin “santral” ülke değil de, “kanal” ülke olma durumunda olduğunun bir kez daha ortaya konulduğunu da belirtmiş olalım.
“Santral” malum, telefon görüşmelerine aracılık eden “etkisiz” bir mekanizma. “Kanal” ise, sürece aktif biçimde katılıyor.
Türkiye, İran ile Batı dünyası arasındaki tıkanıklığı aşacak bir kanal.
Obama (Bush’tan farklı olarak), Türkiye ile İran arasında yakın ilişkilerin olmasının hem tabii hem de faydalı olduğunu ifade etti son görüşmede.
Filistin-İsrail meselesinde de, Türkiye’nin “arabuluculuğunun” Filistin kadar İsrail’in de yararına olduğuna ilişkin mutabakat da dikkat çekici.
Obama’nın Ermenistan meselesinin gündeme geldiğinde “protokol sürecinin” devamı yönündeki dileğine...
Bizim taraftan, “Karabağ işgali”ne göndermelerle karşılık gelmesi,
Kıbrıs’ta sürecin ilânihaye böyle gidemeyeceğinin vurgulanması, Suriye ile ilişkilerdeki gelişmelerin “barışa katkı” etkisi sağladığının hatırlatılması,
Ve inceden inceye, “Türkiye’nin bugüne kadarki tespit, değerlendirme ve tavsiyelerinin ne kadar isabetli olduğunun” ima edilmesi...
Irak’ta, “Türkiye, ABD ve Irak yönetiminden” oluşan üçlü mekanizmanın “Türkiye’yi tehdit eden terör faaliyetleri” üzerindeki baskısını arttırmasındaki zarurete vurgu yapılması...
PKK’nın kara parasının peşine daha etkin bir şekilde düşülmesinin önemine dikkat çekilmesi...
Bugüne kadarki desteğin memnuniyet verici olmakla birlikte “tam olarak yeterli olmadığının” ince vurgularla dile getirilmesi...
Ve Obama’nın güçlü bir hazırlıkla gelen Türk tarafının hemen bütün söylediklerini tasdik etmesi...
Bütün bunlar neyi gösterir...
Ve ilave etmek gerekirse...
Obama’nın süreyi uzatımlara rağmen yeterli görmediğini ifade etmesi,
“O kadar çok konu var ki, hepsini konuşmaya kalksak iki gün bile yetmez bize” demesi.
Randevu programını aksatması...
¥
Bütün bunlar, Türkiye’nin “öncelikle” komşularıyla “sıfır problem” politikasının işe yaradığını düşünmemizi sağlar.
ABD’nin bilhassa 28 Şubat sürecindeki “dikte edici” tavrı, yerini “Türkiye’yi ikna etme çabasına” bırakmış gibi.
En azından Türkiye, kendisini eskisi kadar “bağımlı” hissetmiyor.
Ya da, en fazla “ABD’nin Türkiye’ye bağımlı olduğu kadar bağımlı olduğunu” ortaya koyan tavırlar sergiliyor.
Burada, Ecevit’in ABD Başkanı karşısındaki “el pençe divan duruşundan” filan bahsetmeye gerek yok.
Obama, Erdoğan’la görüşmek için acele eden taraftı, Erdoğan ise programının uygun olmamasından dolayı ancak 2009’un son günlerinde zaman ayıran bir pozisyonda.
¥
Bunlar, “mefkûremiz” için küçük gelişmeler. Ancak, şunun şurasında on sene öncesiyle kıyaslandığında oldukça önemli.
¥
Türkiye’nin, “özgüveninin” zirvede olduğunu gösteren bir seyahat oldu.
Ve belki de en önemlisi bu:
İsrail’in ABD’yi yönlendirmekte “28 Şubat sürecindekinden çok daha az etkili olduğunu” gösteren bir seyahat.
Savaşın eşiğine geldiğimiz Suriye ile aramızı düzeltmemiz, İsrail’le “denge politikası” yürütme ihtiyacını ortadan kaldırdı..
Bir başka ifadeyle; Suriye tehdidini İsrail’le yakın ilişkilerle dengelemeye ihtiyacımız yok artık.
İran’dan da tehdit algılamıyoruz bu süreçte.
Türkiye komşularıyla barışık olunca, İsrail üzerindeki etkisi artıyor.
Türkiye’nin etkisi altındaki İsrail’in ise, ABD üzerindeki baskısı azalıyor.
Yahudi lobisinin bütün gayretlerine rağmen Obama’ya istediği mesajları verdirtememesi fevkalade önemli değil mi?
DOĞAN KRİZİ
Maliye’den “vergi kaçakçılığı” cezası yiyen Doğan Grubu’nun, ABD’deki kara propagandasının ayrıntılarına dünkü sayımızın sürmanşetinde yer vermiştik. Grubun ağır topları Sedat Ergin ve Rıza Türmen öncülüğünde yürütülen “Hükümet muhalif medyaya nefes aldırmıyor” propagandasının bir etkisine daha Meksika yolunda vakıf olduk. Türkiye’nin Washington büyükelçisi Nabi Şensoy’un görev süresi Aralık’ta doluyordu. Şensoy, emekliliğinin geleceği 2010 Mayısı’na kadar görevde kalacaktı.
Lakin kulislerde ağırlık kazanan iddiaya göre Doğan Grubu’nun kara propagandasıyla ilgili olarak gerekli çalışmaları yürütmeyen, hatta kara propagandaya destek olan Nabi Şensoy, beklenenden 6 ay önce koltuğunu terk etmek zorunda kaldı. Şensoy meselesi bir yana, Doğan Grubu panik halindeki atraksiyonlarıyla hem kendisini hem de dostlarını sıkıntıya itiyor. Ve tabii bu faaliyetlerden en büyük zararı da Türkiye’miz görüyor. Yazık!