Serdar Arseven

Serdar Arseven

Onur Öymen’in yerine Nabi Şensoy!..

Onur Öymen’in yerine Nabi Şensoy!..

Hali hazırda MHP vekili olan “hariciyeci” Deniz Bölükbaşı, AK Parti iktidarına karşı yürütülen “psikolojik harekata”, tarihe “at pazarlığı” olarak geçen tartışmalarla katılmış...
Ve bu “hizmetinin” karşılığı olarak, MHP tarafından Meclis’e taşınmıştı.

Benzeri bir yöntemle, Nabi Şensoy da şovunu yapmış oldu gider ayak!..
Başbakan, Beyaz Saray’daki Obama’yla baş başa görüşmenin (1+1) esasına göre ayarlanması ve bunun için ev sahibine gerekli bildirimin yapılması “talimatını” verecek...
Sen de bir büyükelçi, yani bir “memur” olarak, “amirinin” talimatını hiçe sayacaksın.
Bildirimde bulunmamak suretiyle, bir başka “amirin olan” Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “baş başa görüşmeye” iştirakine engel olacaksın!..
Ve bu tutumun sebebi sorulduğunda da, görevi “şak” diye bırakacaksın.
Hem de Büyükelçilik koltuğundan tabii olarak ayrılmana “uzatmalar dahil” birkaç ay kala...
Fırsat kollar gibi!..

Nabi Şensoy giderayak CHP’ye bir selam çakmış oldu böylece... “Deniz Bölükbaşı modeli”ni CHP için uyguladı.
CHP’nin “tükenme noktasındaki” monşeri Onur Öymen’in yeri boşalıyor ya... Mesele, o mesele olmasın!..
İÇ MESELELERİMİZLE UĞRAŞTIK...
Başbakan’ın ABD seyahatinden, PKK terörü, Kuzey Irak’ın geleceği, Afganistan’daki askeri varlığımız, Filistin, Kıbrıs, Ermenistan meseleleri, nitelikli sanayi bölgeleri vesaire gibi “hayati” konular hakkında ne gibi gelişmeler elde edilebildiğinin tartışmalarıyla dönmeliydik...
ABD’den ve Meksika’dan bu başlıkların her biriyle ilgili olumlu-olumsuz gelişmeleri yansıtmaya çalıştıksa da, ilgilenen kim?
Biz yine, “iç meselelerimizle” uğraşmak durumunda kaldık...
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve heyetin diğer önde gelen mensupları, enerjilerinin bir bölümünü Doğan grubunun saçma sapan iddialara dayanan “kara lobi”siyle mücadeleye ayırmaya mecbur bırakıldı.

Evet, Doğan meselesi... Başbakan, ABD’nin hangi ortamında hangi topluluğa hitap ettiyse, karşısına “Doğan medyası”na ilişkin tuhaf sorular çıktı.
Haftanın daha ilk günü Willard oteldeki basın toplantısında, salonun muhtelif yerlerine dağıtılmış olan Doğan uzantıları, Obama ile görüşmede Türkiye’deki basın özgürlüğü sorununun -Doğan grubuna uygulanan baskının(!)- gündeme gelip gelmediğini sordular.
Zırva değil mi;
ABD Başkanı tutacak, bizim Başbakan’a “Doğan grubuna ayıp etmiyor musunuz” diyecek!.. Derdi buydu adamın!..

Bu ilk hücumları “Bu konu gündeme gelmedi. Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu diye bir şey yok. Bu konu bu görüşmede neden gündeme gelsin? Yoksa Türkiye’den buraya gelip Türkiye’yi şikayet edenler mi var?” karşılıklarıyla savan Erdoğan, aynı meseleyle John Hopkins Üniversitesi’ndeki konferansının soru-cevap bölümünde de karşı karşıya kaldı. Yazılı olarak gönderilen soruların büyük bir kısmı “Doğan meselesi”ne ilişkindi.
Başbakan, bunlara da “Birilerinin buralarda lobiler oluşturduğunu görüyorum. Türkiye’deki basın ABD’deki basından daha özgürdür” sözleriyle başlayan ve ortada “basın özgürlüğü” meselesinin değil, bir “vergi kaçakçılığı cezası”nın bulunduğunu ortaya koyan beş on cümlelik bir karşılık verdi.

Gündeminin bu kadar yüklü olduğu, ülkenin hayati meselelerinin tartışıldığı bir seyahat esnasında, ikide bir “Doğan lobisi”yle karşı karşıya kalmanın Başbakan’ı hayli öfkelendirdiği belli oluyordu.
Ve belki de bu öfkenin etkisiyle, üçüncü gün Ergenekon’un menfur faaliyetlerine ilişkin cümlelerinin hemen peşine “Doğan yaygarası”nı taktı.
Bu doğaçlama bir tepki değildi; metinden okuyordu: “Bünyesinde bazı gazete ve televizyonların da mevcut olduğu bir holdingin vergiden dolayı aldığı cezanın çarpıtılarak basın özgürlüğüne darbe gibi yansıtılmaya çalışılması düşündürücüdür. Kesilen vergi cezası tamamen kanunlar çerçevesinde kesilmiştir. Kanunlar karşısında hiç kimse ayrıcalıklı bir konumda olamaz. Vergi cezasını basın özgürlüğü ile birlikte almak son derece yanlıştır. Bunun çeşitli çevrelerde yanlış propagandasını yapmak da yine aynı şekilde hatalıdır. Türkiye’de 7 yıl önce gazetelerin ne tür baskılar altında olduğunu bilenler gayet iyi bilir. Ben de gayet iyi bilirim. Birçok konu konuşulamıyor, yazılamıyor, çizilemiyordu. Değişik baskı grupları basın üzerinde adeta Demokles’in kılıcı gibi duruyordu. Ve aynen herkesin dilinde olan şuydu: İktidarları basın getirir, basın götürür!..”

Başbakan bu tepkiyi verirken; bizim gündemimizde, Doğan grubunun, ABD’deki “kara lobi” çalışmaları karşısında “Bizim Büyükelçiliğin” ne yaptığı meselesi vardı.
Devletin karalanıyor.
Hükümetin, iftiralara uğruyor...
ABD Temsilciler Meclisi’nde, “Türkiye’de bugün özellikle basın ve ifade özgürlüğüne karşı saldırılar olduğu, hükümeti eleştiren gazete ve gazetecilerin, olağanüstü ekonomik ve adli baskı altına alındığı” iddialarına yer veriliyor.
Ve bizim Büyükelçi, Temsilciler Meclisi’ndeki oturumda bu iftiraları gündeme getiren bir “grup mensubuyla” arasındaki muhabbetle dikkat çekiyor.

Büyükelçi’nin tavrını daha “istifaya yol açan” kriz patlak vermeden takibe almış ve Hükümetle monşer arasındaki “zihniyet”, “ruh” uyuşmazlığının kendisini burada da açık bir şekilde gösterdiğini anlamıştık...
Büyükelçi; tıpkı Deniz Baykal gibi, AK Parti hükümetinin Türkiye’nin eksenini hızla kaydırdığını düşünüyordu...
Ve bununla mücadeleyi “ideolojisi” açısından bir görev telâkki ediyordu.
Onun gündeminin ilk sıralarında “PKK terörü”, “global ekonomik kriz”, “Kıbrıs meselesi” filan yoktu... “Deniz Baykal” ne diyorsa o vardı.

İşte yine başa döndük... Nabi Şensoy meselesine...
Bir Şensoy, bir Doğan grubu...
Medyamıza ABD seyahatinden yansıyanın ağırlıklı bölümünü bunlar oluşturuyor.
Koca ABD seyahati de...
Orada ele alınan her biri hayati öneme sahip meseleler de...
Maalesef bir kez daha “içteki çekişmelerin” gölgesinde kalmış oluyor...
Yük bunlar yük!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Serdar Arseven Arşivi