Açılımın muhasebesi
Esasında eskilerin yaptığı gibi zaman, hasbihal ve muhasebe yapma vaktidir. Özellikle de önce Kürt açılımı ardından demokratik açılım ve sonunda da milli birlik projesi denilen süreçle alakalı olarak hepimizin genel bir muhasebeye ihtiyacı var. Süreç aslında neyin olacağını ve neyin olamayacağını acı ve pahalı bir tecrübe olarak bizlere gösterdi. Esasında sürecin geldiği nokta ve gelişimi bizim Milli Gazete'de birkaç aydır yazdıklarımızı doğruluyor. Sağlamasını yapmak isteyen yazıları geriye doğru okuyabilir. Birincisi, hükümetin yaklaşımı baştan beri muğlaktı ve siyasi zeminde gerekli desteği sağlamadan işin halkla ilişkiler boyutunu öne çıkardı.
Belki de açılım, halkla ilişkiler politikasından ibaretti. Bu da manipülasyon demekti. Bununla hem karşı tarafın beklentileri kamçılandı ve hem de muhalefete yanlış mesajlar aksettirildi. Bu noktada Apo yanlıları tahrik olurken, muhalefet de maksadı aşan bir biçimde ihanete varan suçlamalarda bulundu. Gerçekten de Meclis'te yapılan oturumda olduğu gibi (Murat Yetkin gibiler de yazdı) dağ fare doğurmuştu. Hükümetin neyi teklif ettiği kimse tarafından tam olarak anlaşılamadı. Lakin bu bile Türkiye'yi, en büyük zararını hükümetin göreceği kaygan bir zemine dönüştürdü. Muhalefetle görüşemeyen hükümet bol bol Hülya Avşar tipindeki şahsiyetlerle süreci olgunlaştırmaya çalıştı! Bu meselede de AKP, başörtüsü, anayasa meselelerinde olduğu gibi süreci tamamlayamadı. Olayların büyümesiyle birlikte hükümet erkanı, yine basına çullandı ve olayların kat sayısını büyütmekle suçluyor. Bunu hem içişleri bakanı hem de başbakan yaptı. Gerçekten de basın suçlu mu? Aslında esas suçlu krizi yönetemeyen hükümettedir. Medya içinde insaf sınırları içinde olmayan örnekler var. Lakin mukabil kutbunda ise hükümete büyük bir medya desteği var. Cumhuriyet tarihine bu kadar medyaya hakim ve medyayı arkasına alan hükümetin emsali ya yoktur ya da nadirdir. Dolayasıyla mesele medya meselesi değildir. Dolayısıyla suçu medyaya yüklemek haksızlık olur. Süreçte yenilgi veya yanılgıları güç azlığından veya yokluğundan değil hafife aldıkları veya gözardı ettikleri nedenlerdendir. Aslında güçlerine güvenmelerindendir. Daha doğrusu güç fazlalığındandır ve bu da tedbirsizlik ve ihtiyatsızlığa neden olmuştur.
Bazen iktidar partisi yandaşları yazdıklarımızdan gocunuyorlar ve bizi garaz gütmekle suçluyorlar. Halbuki, yanlışın olmadığı yerde doğru da yoktur; düzeltme de olmaz. Oysa ki, bizim dünyamız yanlışlar dünyasıdır. Bu yanlışlar, kategorik akılla değil ortak akılla çözülür. Bu ortak akıl sadece türdeş fikirlerden oluşmaz. Hükümet sadece güç bolluğundan dolayı başkalarını kaale almıyor. Meselenin düğümlendiği nokta da burasıdır. Hasbihal ve muhasebenin olmadığı yerde karşılıklı suçlama ve kör döğüşü vardır. İnsan kendi yanlışlarına açık olmadıkça başkalarının doğrularına karşı insaflı olmasını bekleyemez. Aleyhinde kadere fetva verdirir.
Gelelim kefenin öbür ucuna. Orada da İmralı, Kandil ve DTP'nin aynı dalga boyuna düştükleri görülüyor. Yapıcı olmayan bu çizgiyle hiçbir yere varılamayacağı bir kez daha acı tecrübeyle sabit olmuştur. En küçük gedikleri bile fırsata çevirme ve Türkiye'yi karıştırma eğiliminde oldukları ayan beyan ve yakinen tecrübe edilmiştir. 'Küşife'l mestur ve vakaa'l manzur' deyimi ortaya çıkmıştır. Yani perde açılmış ve defo ortaya çıkmıştır. PKK ve yandaşlarının kanun-u kimyalarında tatmin olma değil, tatmin olmama derecesi vardır. Zira pozitif değil negatif bir harekettir. Dolayısıyla hiçbir şey onları tatmin etmez. Her istediklerinizi verseniz dahi bu defa da kavgayı geçmişe yayarlar ve taşırlar. Dolayısıyla onları muhatap alıp almama meselesi kimyalarıyla alakalı bir durumdur. Onlar sürekli olarak demokratik barıştan söz ediyorlar. Demokrasi ile yanılmaz lider veya führer anlayışı nasıl bağdaşabilir? Dolayısıyla onların kimyası demokrasiye uygun değildir, aksine demokrasiyi raydan çıkarmaya matuftur. Ve şimdi onu yapıyorlar. Onların barış anlayışı da 'barış, savaştır' anlayışıdır. Abdullah Öcalan'ı yanılmaz ve tek liderleri olarak görüyorlar. Onu güneş ve Kürtlerin özgür iradesi olarak selamlıyorlar. Buradaki özgürlük kavramı da 19'uncu yüzyılın sonunda ve yine bir başka Kürt kökenli yazar olan Kasım Emin'in kadının özgürleştirilmesi bağlamında kullandığı çerçevededir. Yani tabir caizse İslami değil, İslam'dan özgürleşmedir. Dolayısıyla Kürtlerin saadeti aslında İslami özgürleşmededir ve İslami özgürleşmenin mahiyeti de onları çıkmaz sokağa saplayan Abdullah Öcalan ve DTP'den özgürleşmeleridir. Aşk ve nefret gözlere perde oluyor burada da güneş ve özgürlük iradesi dedikleri sembolleri muvakkaten Kürtlerin İslami güneşine perde olmuş durumdadır. Kürtlerin saadeti bu perdenin kaldırılmasındadır. Bu perde aynı zamanda kimliklerine de yabancılaşmayı temsil etmektedir. Emine Ayna, tabanlarının kendilerini dağa davet ettiklerini söylerken aslında kendisiyle çelişkiye düşmektedir. Galiba dağ ile Meclisi birbirine karıştırmış durumdadır. Aksi takdirde, 'dağ olmazsa meclis olur' anlayışı ne iş olursa yaparım populizminin veya basitliğinin izdüşümü ve Meclise yansımış halidir. Samimiyetsizliktir. En sonunda ve nice sonra Hasan Cemal'in de farkına vardığı gibi, bir elde silah bir elde barış nara ve nakaratları ancak sahibinin samimiyetsizliğini gösterir. Bir elde silah öteki elde barış, bir elde Meclis öbür elde dağ burada seviye ve anlayış zeminine ışık tutmaktadır. Bu 'bir elde yalan diğer elde Kur'an' sloganı gibi bir şeydir. Kur'an ile yalan aynı kefede tartılmaz. Kadının özgürleştirilmesi bağlamında olduğu gibi Kürtlerin de Apo bağlamında özgürleştirilmesi özünde anti İslami bir projedir. İslami özünden kopmaktır. Dolayısıyla Kürtlerin saadeti anti İslami özgürleşmede değil İslami özgürleşmededir ve bu da Apo ve DTP silüet ve tutkusundan kurtulmalarına bağlıdır...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.