Din-imân zarûrî midir?
19-20. asrın maddeperest felsefesi, hayata tek gözle bakarak mânevî, uhvevî hayatı, dolayısıyla dini bir kenara itti. Hatta ona savaş açtı. Var gücüyle maddeye, dünyaya sarıldı. (1950’lerden bu yana insanlık, çar nâçar, mâneviyâta, dine yöneldi. 20. yüzyıl maddeyi anlama devriydi. 21. asır da, rûhu, mâneviyâtı, dini keşfetme çağı olacaktır İnşallah)
Acaba dinin hakikatini nazara almayıp, ibâdet külfetine katlanmazsak mı daha rahat eder, daha mutlu oluruz; yoksa hayatımızı onun çizdiği istikamette sürdürmekle mi? Beynimizde cirit atan, vicdanımızı kanatan yüzlerce sorudan kaçmak imkânsız. Dine önemin verilmemesi; hattâ insan ve toplum hayatından çıkarılmaya çalışılması; insan ruhunda boşluk doğurmuştur. Günümüz insanının, eskiye göre daha rahat olsa da, mutlu olduğunu söylemek mümkün değil.1 Çünkü, imânsız, dinsiz insan en bedbaht bir yaratıktır.2 Bunu idrak eden Dr. Alexis Carrel, “Allah’a niçin ihtiyacımız var?” diye sorar ve peşinden şu cevabı verir: “İnsan, her devirde ve her ülkede kudsîye yönelmek istemiştir. Bu durum, sevmekten de öte bir eğilim hâlini almıştır.” 3
Bu hakikatin sırrı şudur: Bir makine ve elektronik cihazın nasıl çalışacağını en iyi bilen, onu yapan, programlayan san'atkâr ve ustası değil midir? İnsan, kimin san'atı, kimin eseri ise, elbette onun nasıl mutlu, huzurlu olacağını da o bilir. Kur’ân, bu mantıkî hakikati, “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır”4 şeklinde dikkatlere sunar.
İnsan, onlarca duyu, yüzlerce duygu ve binlerce lâtifesiyle İlâhî bir antika san'at şaheseridir. Şâyet, kendisini O'nun program ve çizdiği rotaya göre ayarlamazsa yolunu şaşıracağı ve hâdiselerin kayalıklarına toslayıp parçalanacağı âşikârdır.
Göz, güneş olmaksızın göremediği gibi; akıl, kalb ve vicdân da din, vahiy ve peygamberlik nûru olmaksızın gerçekleri göremez. Çünkü akıl melekesi sınırlıdır ve hakikatleri bir noktaya kadar takip eder. Oradan öteye geçemez. Metafizik âleme, ancak din-vahiy, rûh ve kalb ile varılabilir. Din; akıl, kalb, vicdân, his, lâtifelerin güneşi, projektörü; İlâhî bir program, harita, pusula ve rotadır.
Atomdan galaksilere kadar, her şeyin bir hayat programı ve plânının var olduğunu hepimiz biliyoruz. Özellikleri yönünden varlıkların en üstün ve mükemmeli olan insan hayatının da bir plân ve programı olması aklın zaruriyâtındandır. Bunun mercii kendisi gibi bir beşer olamaz; üstün bir mercî olmalıdır. Öyle ise, insan hayatının programı da ancak beşer üstü bir merciden gelen din olabilir...
Yumurtadan çıkan yavru ördek, bir müddet sonra suya atlar. Su donarsa kabını parçalar. Tohum toprağı delip yeryüzüne çıkar ve sümbül verir. Bunlar fıtrattır. Ve fıtrat yalan söylemez! Yani her şey, dizayn edildiği yapıya göre hareket eder. İnsanoğlunun, sapkınlıkla da olsa, kâinatın Yaratıcısından başkasına tapması, onu “büyük” tanıması, “yaratıcı” olarak kabul etmesi, inanmanın fıtrî, dinin hak olduğunu gösterir. Temiz hava, su bulamayan, pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanımayan, O’nun vasıflarını maddeye/toteme/putlara taksim eder. Tarih boyunca en ilkel toplumlarda bile yanlış, sapık ve batıl şeylere inanma, tapınma, ibadet etme ve sığınma, insan ruhu için iman/ibadetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğuna delildir. Dinler tarihi, beşerin hiçbir devirde dinsiz yaşayamadığını göstermektedir. Mutlaka bir şeye, bir güce inanmışlardır.
Yaratılışı ve yapısı gereği doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen, hayırlı ve güzeli isteyen, iyilikten lezzet alan, çirkin ve yanlıştan kaçan, kötülükten elem duyan ruhumuzun esaslı, güçlü fonksiyonu, aynı zamanda aklın kontrolörü, haritası, pusulası ve bekçisi olan vicdanımız, akıl, mantık, kıyas, fikir, hipotez gibi yollar takip etmez. O, gerçeği doğrudan doğruya bilir.
İşte, kalbimizde yardım isteme noktası, dayanma noktası olan vicdan, bizlere paha biçilemeyecek kadar değerli nimetler ihsan eden Yaratıcı’yı asla unutmaz. Faraza dimağımız, zihnimiz, aklımız tatile girse, Allah’ın ihsan ettiği nimetleri görmezlikten gelse de, vicdan gelemez. Zaten O’na imanı ve O’nu sevmeyi yaradılışının gayesi olarak bilen bir vicdan, gereğini yerine getirmeden rahat edemez. Bozulmamış her vicdan, şuuruna bile varamadığı haddi hesabı olmayan ikram ve ihsanlara karşı teşekkür etmek ister.
Kalp penceresinden bakarak vicdanımızı ve işlevlerini daha yakından tahlile tabi tuttuğumuzda; vicdanın ruhun bakan ve gören gözü, kalbin ise penceresi olduğunu anlarız. (Muhakemat, s. 123)
Yaratılışımız, ruh ve bedenimizin dizayn şekli, hayat şartları ve gerçekler de bizi dinin gereği ile karşı karşıya bırakır.
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, TDVY, 3. bask., Ank., 1988, s. 5, 8.
2- Sözler, s. 38.
3- Başarının Sırları, s. 113.
4- Kur’ân, Mülk, 14.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.