Abdullah Büyük

Abdullah Büyük

Bilenlerin ve bilmeyenlerin mücadelesi (1)

Bilenlerin ve bilmeyenlerin mücadelesi (1)

İnsanlığı, doğruya, güzele, iyiliğe çağıran; yalanı, ikiyüzlülüğü, sahtekârlığı olmayan insanlar, bilenlerdir, anlayanlardır.
İnsanlığı, yanlışa, batıla, çirkine, günahın her çeşidine, çağıran, sahtekârlığı meslek edinen, vuran, kıran, öldüren, bombalayan insanlar da bilmeyenlerdir.
Birbirine zıt olan bu iki insanın birisi İslam’ın safında bulunurken, diğerinin bulunduğu yer cahiliyedir. Mesajımızın konu başlığına İslamiyet ve Cahiliyenin birbirleriyle mücadelesi, savaşı desek, daha yerinde olur. Bu mücadele, bu savaş, insanlık tarihinde iki dönemde olmamış, geriye kalan tüm zamanların içinde sürekli olarak varlıklarını göstermişlerdir. Bu iki dönemin birincisi Hz. Âdem dönemidir. Oğullarından Habil ile Kabil’in savaşıdır. İkinci dönem ise Hz. Nuh dönemidir.
Son üç asırlık geçmiş zamanımızı ve yaşanan olayları gözümüzün önüne getirerek, üç hafta devam edecek bu mesajımızı, dikkatle okumanızı rica ediyorum. Cumhuriyet döneminin sevimsiz ve itici olaylarını da bu mesajın ışığında değerlendirme imkânı bulacağız. Ve mesajımız başlıyor:
Bir davetçi düşünün, o diyor ki; “İslâm, çağın ve her çağın hayat dinidir. Yani hayat tarzıdır. Bu söz cahiliyetin uykusunu kaçırır. Beynine kan sıçramıştır sanki. Bu hususta cahiliyeyi kesin tavır içinde görürüz. Fakat çok sinsi olduğu için kendisini ilk başta ele vermek istemez. Kendisini rahatsız eden sesin sahibini etkisiz, tesirsiz bırakmakla işe başlar. Şöyle der cahiliye;
“Ona bakmayınız... Zavallıların biridir o... Delidir, bunaktır, çağdışı bir insandır. Medeni yaşayıştan uzaktır... Bağnazdır... Fikirleri tehlikelidir... Ortalığı karıştırandır... Bozguncudur... Fitnecidir...”
İşte cahiliye işe böyle başlar. Davetçiyi, yani iyi düşünen, ülkesini ve milletini seven güzel insanları gözden, gönülden düşürmek için söylenmesi icap edeni söyler. Gayesi davetçiyi yalnız bırakmaktır. Onu yalnızlığa mahkûm etmektir.
Eğer bu dönemde, yani cahiliyenin davetçiyi tesirsiz hale getirme döneminde başarı elde edilirse, cahiliye düğün dernek yapar, sevinir, kasılır. Fakat olan, hak davete muhatap olanlara olmuştur. Ne olmuştur?
İslâm çağ ve bütün çağların dini, sözü kısılınca, o takdirde din (İslâm) sadece dua ve ibadet dini olarak derin bir uykuya sokulur. Camiler cansızlarla dolar. Hikâye ve uydurma kıssalarla vakitler öldürülür. Bunun tabii sonucu olarak Müslümanlar ruhtan kopup şekle, surete bağlı kalırlar. Keyfiyeti bırakıp kemiyetin peşine takılırlar. Her yerde muhteşem camiler, Kur’an kursları, yurt binaları ve benzeri tesisler vücuda getirirler. Fakat içinde kimin, nasıl yetiştirileceği üzerinde düşünmezler.
Şimdi suç kimin? Cahiliyenin mi, davetçinin mi, yoksa davet edilenlerin mi? Burada iki şey, yani cahiliye ve davetçi vazifesini yaptı. Fakat davetçiye kulak tıkayanlar vazifesini yapmadılar. Ve böylece cahiliyenin ömrünü uzatmaya vesile oldular, sebep oldular.
Peki, nasıl olması icap ediyordu? Nasıl olacak, tıpkı Mekke dönemindeki Nebevî davete kulak verenler gibi olması lazımdı.
Hak davete “evet” diyenler oldu. Azdı, ezilenlerdendi, fakirlerdi. Ne çıkar ki, bunlar davetçinin davetinde engel olamazlar. Veya davetçiye bir ayıp veya noksanlık getiremez. Bu hassas gelişmeyi, cahiliyenin adım adım gerici, çağdışı gibi kullandığı silahlar geri tepmiş. Davetçinin etrafında tek tek kadrolaşma meydana gelmiş. Bu merhalede iş ciddiyete girmiştir. Cahiliyenin paçaları tutuşur. Her türlü sahte tebessüm ve tavırlara bürünerek davetçiye gelir. Bu seferki gelişi farklıdır. Alaya aldığı davetçiyi, ciddiye almaya mecburdur artık:
“Gel seninle uzlaşalım” der cahiliye... Ne istiyorsun söyle? Para mı, kadın mı, riyaset mi, evet bunların hangisini istiyorsan iste, kabul eder ve anlaşırız. Cahiliyenin bu uzlaşma teklifleri zamanımız müslümanları tarafından hiç de yabana atılacak teklifler değildir. Çok cazibeli, çok cömertçe bir tekliftir bunlar. Her babayiğit reddedemez. Bir de işin içinde baş olma sevdası varsa, hiç kaçırılmayacak tekliflerdir bunlar.
Acaba cahiliyenin bu cömertçe teklifinin altında ne yatsa beğenirsiniz. Ne olacak, gayet kolay: Tevhidi hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak tesirsiz hale getirmek.
Bu sinsi düşünceyi cahiliye düşünürken, her halde davetçi de aval aval bakmıyor gelişmelere. Cahiliyenin tekliflerini dinler ve bir çırpıda cevabını verir: “Hayır!” Davetçi bu olumsuz cevabı şahsı adına söylememiştir. 610 yılından başlayıp, zamanına kadar seyrini takip eden tevhidi hareketin içinde bulunan müslümanlar, şehitler, gaziler, mücahidler adına bu cevabı vermiştir. Çünkü davetçi bilmektedir ki, bu din babasının malı değildir. Bu din ümmetindir. Ya hep, ha hiç. Koskoca ümmet adına konuşmak kolay mı?
Bu cahiliye ki, Hz. Âdem’den başlayıp Hz. Muhammed’e gelinceye kadar binlerce peygamberin karşısına çıkmıştır, karşısında olmuştur, hak davetlerine karşı gelmiştir. Üstelik Peygamber kanı akıtılmasına sebep olmuştur. Şimdi bir davetçi, Hak için ortaya çıkmış bir davetçi, cahiliye ile uzlaşabilir mi? Hâşâ, Hz. Musa ile Firavun’u, Hz. İbrahim ile Nemrud’u, Hz. Muhammed ile Ebu Cehil’i uzlaşmakla suçlayabilir mi? Asla... Bakalım cahiliyenin tavrı nasıl sürecek?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Abdullah Büyük Arşivi