Bilgi Ve Edep
Ahlak ilmi de ilimlerden bir daldır ve her alimin branşı ne olursa olsun o ilmi edinmesi gerekir. İyi ahlak ve edep bilginin süsü püsüdür. Onsuz ilim adamı kendine de, topluma da tam faydalı olamaz.
Gerçi ilim adamlarının zaten edepli olması olağandır. Çünkü ilim sabır işidir, zorluklara katlanma, zevklerle, şehvetlerle boğuşma, nefsin rahatına aldırmama, zamanını planlı ve rrogramlı yaşama, adetlerini bilinçli düzenleme demektir. Fedakarlık demektir, feragat demektir. Bütün bunlar da iyi huyların, güzel edep ve ahlakın temel esaslarıdır.
Ne var ki başarıyla beraber gurur, kibir, kendini beğenme, emsaline haset, kıskanma, çekememezlik de bazen ilim adamlarına kolay bulaşan manevi hastalıklardandır. Oysa ilim adamı, öğrendiği ilimde çalışması kadar, kendisine verilen zeka ve hafızayı da görerek Allah Teâlâ’nın meccanen verdiği nimetler şükretmesi gerekir. İçinde yaşadığı toplumun kendisine hazırladığı eğitim kurumlarını ve imkanlarını görerek onlara teşekkür etmesi de ayrı bir görevdir. Nihayet kendisini yetiştiren hocalara sonsuz bir minnet ve şükran duyması gerekir.
Bütün bunlar ilim adamında büyük bir olgunluk doğurur ve meyveli dalların aşağıya eğilmesi gibi tevazu, mahviyet ve alçak gönüllülük sebebi olur. Bu ilimlerden insanların faydalanması için şefkat ve merhamet, fedakarlık, sabır ve ezaya katlanma da işin cabası.
Bu kötü huylardan kendini arındırarak iyi huylarla bezenemeyenler, hem bilgilerini gereği gibi kullanma ve halkı faydalandırmadan mahrum kalırlar, hem de kendilerini küçük duruma düşürerek üzerler, utandırırlar. Tarihte bunların acı örneklerini okuduğumuz gibi yaşadığımız zamanda da çok garip ve çirkin örneklerini gördük maalesef. Sırf bu kötü huyları yüzünden nice insan, hem kendilerine, hem de başkalarına gereksiz yere çok acılar çektirmişler, bir çok insana ve hatta topluma bilerek bilmeyerek zarar verip yazık etmişlerdir.
İşte size Faik Reşat’tan kendisini utandıran bir alimin mahcup oluş hikayesi:
“Mahmut Paşa'nın Mevlânâ Musannif hakkındaki özel sevgi ve saygısı bazı kimselerin kıskançlık damarlarını harekete getirmişti. Hattâ birgün paşa ile birlikte otururlarken, Mevaakif'e haşiye yazmış olan, Mevlânâ Fenarî Hasan Çelebi yanlarına geldi. Biraz ilmî sohbet edildikten sonra Hasan Çelebi Paşa'ya:
«— Mevlânâ Musannifin yazmış olduğu eserler hakkında benim birçok tenkidlerim bulunmaktadır. Hal böyle iken bu zâta o kadar saygı göstermenize şaşmaktayım» demiş, bunun üzerine sadrazamdan:
«— Şu sözlerinizden anlaşılıyor ki siz henüz kendisini görmemişsiniz; işte kendisi buradadır ve oturan şu zât Mevlânâ Musanniftir» cevabını alınca ağzını açamayacak derecede mahcup olmuş, fakat Mahmut Paşa'nın:
«— Müsterih olunuz; kulakları çok ağır işittiğinden bu sözlerinizi duymamıştır» yollu açıklaması üzerine kendisine gelmiştir.
Bu hacaleti yaşamaya, bu hicabı tatmaya ne gerek vardı?
İşte başka bir edep eksikliği daha. Hem de kimden?
“Mevlânâ Musannif öldükten sonra erkek çocuk bırakmamıştı. Kendisi anlatmıştır ki ilk gençlik yıllarında İran'da, büyük şeyhlerden bir zât ile bir meselenin tartışması sırasında ona bazı haşin sözler söylemiş. Bunun üzerine büyük üzüntü duyan şeyh:
«— Ali, yaptığın şu edeb dışı hareketin cezası olarak, dilerim ki ileride kulakların duymaz olsun ve soyun sopun da kesilsin» demiş.
Mevlânâ Musannif bunu anlattıktan sonra dermiş ki:
«— Gerçekten de şeyhin dediği gibi işte sağır oldum. Gerçi iki kızım var ama bunlardan gelecek soy sop pek de benden sayılmaz.»1
Maalesef alimler arasında bazen yersiz rekabet oluyor ve bu da yersiz kırgınlık veya mahcubiyetlere sebep oluyorlar. Keşke bunun yerine birbirlerinin meziyetlerini görsa ve halka gösterseler de hem o rekabet, haset damarlarını kurutsalar, hem de halka güzel örnekleri yaşayarak sunsalar daha güzel olmaz mı?
Mesela şu olayda yaşananlar, keşke hiç olmazsa tenhada baş başa yaşansaydı daha iyi olmaz mıydı?
“Molla Hüsrev, adı geçen medresede öğretim ile meşgul olduğu yıllarda Sâdeddin Teftezânî'nin meşhur «Mutavvel» adlı eserine haşiyelerini yazmıştı. Zamanının büyük âlim ve fâzıllarından Seyyid Ahmet Kırımî Osmanlı ülkesine geldiği zaman Edirne'ye de uğradı. Molla Hüsrev, «Mutavvel»e yazmış olduğu haşiyeyi: «Lütfedip gözden geçirsinler» diyerek bu zâta gönderdi. Seyyid Ahmet Kırımî kitabı okudu ve birçok yerlerine itirazlar yazarak iade etti. Hüsrev Molla bu duruma üzüldü; hele yazılan itirazların zayıflığını ve batıllığını da görünce -onu ilmî bir şekilde susturmak ve böylece intikam almak niyetiyle- hemen bir ziyafet tertipledi. Beldenin bütün ulemâsını ve bunlarla birlikte Kırımî-yi de ziyafete davet etti.
Yemekten sonra ilmî münakaşalara geçildi. Molla Hüsrev, gerek kendisinin yazdıklarını, gerek Kırımî’nin bunlara yaptığı itirazları orada hazır bulunanlara okudu. Aklî ve nakli delillerle kendi görüşlerini ispat layarak, karşısındakinin itirazlarını da teker teker iptal ve imha eyledi. Orada bulunan bütün kimselerle birlikte Seyyid Ahmet Kırımî de Mevlânâ Hüsrev'in haklı olduğunu kabul ve teslim ettiler.”
Bilgi Sevgi Ve Saygıdır
Okumak, ilim öğrenmek ve bunu toplumun hizmetine sunmak, o insanlarca sevilmek ve sayılmak demektir. Yeryüzünde bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi?
İlim adamları her zaman sevilip sayılmıştır, el üstünde tutulmuştur. Molla Hüsrev’e bir bakınız. 862 (1457) senesinde kazaskerliğe tayin olundu. Mevlânâ Hızır Bey'den sonra, yani 867'de İstanbul kadılığına getirildi. Galata, Üsküdar kadılıkları ile birlikte Ayasofya müderrisliği de kendisine verildi.
Anlatılır ki kadılığı müddetinde her sabah iş sahipleriyle medrese talebeleri kendisinin evinde toplanırlar, yemekten sonra atının önü sıra medreseye, akşamları da yine bu şekilde evine kadar kendisini getirip götürürlermiş.
Cuma günleri, cuma namazını mutlaka Ayasofya'da kılmak âdeti imiş. Bundan dolayı namazdan biraz önce camiye gelir ve kendisinin içeri girdiğini gören cemaat topluca ayağa kalkarak, mihraba yakın yerde hazırlanmış bulunan makamına varıncaya kadar hürmetle yol verirlermiş.
Hattâ bu hali birgün Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri de görmüş, memnun olarak yanındaki vezirlere Molla'yı göstermiş ve övünçle:
- Zamanımızın Ebû Hanîfesi’dir diyerek hissiyatını belli etmiştir.
Molla Hüsrev 'in birçok köleleri, cariyeleri varmış; fakat böyle olduğu halde okuyup yazdığı çalışma odasını kendisi silip süpürür, mumunu da kendisi yakarmış. Bu da onun tevazu ve alçakgönüllülüğüne güzel bir delildir. Bu huylar sevdirir insanı.