90. yılında nasıl bir Meclis?
Karabekir Paşa'nın sözleri kurşun gibi ağır, ama bir o kadar da hakikat: "Milli Mücadele ile istiklalimizi kazandık, ama tek partiyle hürriyetimizi kaybettik." Cumhuriyeti kuran iradenin en kutsal bildiği siyasi değer 'millet hakimiyeti' ve 'kişisel hürriyetler' fikri idi.
1925 isyanını fırsat bilenler tek parti diktatörlüğü kurdu. O gündür 'yitik hürriyet'imizi arıyoruz.
Meclis, milli iradenin mabedi. Yeni devlette açılışının 90. yılına girdik. Bu münasebetle hazırlanan bir sergide ilginç konuşmalar cereyan etmiş. Yönetmen Sinan Çetin bir konuşma yapmış; "Türkiye başka bir ülkeyle savaşmıyor. Orada ölen insanlar da Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyor. Savaş Türkiye'nin kendi topraklarında" demiş. Sonra da devam etmiş: "Batılıların gözünde Türkiye kendi ulusuyla dövüşen, kendi ülkesinin dağlarına bomba atan bir ülke gibi görünüyor. Bu demokratik açılım çalışmaları tamamlanır ve inşaallah 2010'da bu sorunu çözeriz."
Cevap Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin'den gelmiş; "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne, ülkenin bölünmez bütünlüğüne kasteden kim olursa olsun, cebinde hangi nüfus kâğıdını taşıyor olursa olsun, milli birliğimizi ve devletin güvenlik güçlerini hedef alan herkesle devletin güvenlik güçleri mücadele eder." karşılığını vermiş.
Bu iki 'dil'den ve hassasiyetten hangisi 90. yılı kutlanan Birinci Meclis'in ruhuna ve manasına uygun sizce?
Birinci Meclis'in siyasal felsefesini yansıtan en önemli olaylardan birisi 1923'ün Şubat-Mart aylarında gündeme gelen Hürriyet-i Şahsiye teklifidir. Abdülkadir Kemali Bey'in ceza yasasına eklenmesini istediği teklif, herhangi bir devlet memurunun hürriyet-i şahsiye veya bireyin doğal ve medeni haklarına tecavüz etmesi durumunda cezalandırılmasını, bu suçların işlendiğini öğrendiği halde müdahale etmeyen ve yasal takibat yapmayan savcıların memuriyetten uzaklaştırılmasını öngörüyordu.
Gerekçesi; 'Devrimiz inkılaplarında gaye, hukuk ve tüm özgürlüklerin her türlü saldırıdan korunmasını sağlamaktır. Toplumun karşılaşacağı saldırıların def'i için sınırda parlayan süngülerin dahildeki bireylerin hukukunun korunacağının da güvencesi olduğu fiilen ispat edilmelidir... Gayri kanuni ve gayri insani baskılar nereden gelirse gelsin, menfurdur ve karşı koyma hakkını doğurur... Bireyin hukukundan ziyade hükümetin hukuku düşünülerek hukuk ve hürriyeti teyid eden birçok madde ihmal edilmiştir.' (Tevfik Çavdar, Türk Demokrasi Tarihi, 1995)
Teklifin Meclis görüşmeleri, bu topraklarda özgürlük ve otoriterlik tezlerinin karşılıklı dile getirildiği örnek tartışmalara şahit olmuştur. Hüseyin Avni Bey bir gazetecinin Erzurum'da nasıl keyfi bir uygulama ile mağdur edildiğini anlatıyor; 'cihet-i askeriyeden bir kaymakam, Erzurum'un kudretli adliyesine, heyet-i adliyesine itaat etmemekte ve heyet-i adliye bununla başa çıkamamaktadır... asker kendini başka bir millet gibi telakki eder... Efendiler, çırpınmamızın sebebi milleti hakim kılmaktır... Halkın hürriyetine kefil olacak kanuna muhtacız.'
Ali Şükrü Bey (daha sonra Çankaya muhafızı Topal Osman tarafından katledilecektir) Trabzon'daki ev yıkmaları, yakmaları naklen; 'bu milletin evlatları ki, varını vermiş, yoğunu vermiş, çocukları hâlâ silah altında bulunuyorlar; bunlar asayişin nimetlerinden yararlanamıyorlar. Bu en iptidai haklarıdır. Memleketi kurtarmak için her türlü fedakârlığa katlanan milletin bu şekilde olan işlerini ortadan kaldırmayan bir hükümetin varlığını ve manasını hiç anlamıyorum... Halk hürriyet ve serbestisine sahip olmazsa, mutlaka müstebitlerin, mütegallibenin esiri olacaktır'.
Sonunda teklif, dikkat buyurun, 108'e karşı 58 oyla kabul edilmiştir. İşte 'kurucu irade' budur... Ne Kemalisttir, ne de otoriter; Meclis üstünlüğü fikri kadar kişisel hakların ve özgürlüklerin dokunulmazlığı esasına dayanır. Bu halk 'kaybettiği hürriyeti'ni demokraside arıyor. Meclis, devlet otoritesinin değil halkın ve özgürlüklerin sözcüsü olmalı. Sinan Çetin mi, M. Ali Şahin mi Hüseyin Avni'lerin yolunda?