Sanal gerçeklik realiteyi döver!

Sanal gerçeklik realiteyi döver!

Geçen senenin sonlarına doğru uzak semtlerde oturan bir ahbâbı mâaile ziyarete gittik. Mâaile dediğim hanımla ben. "Gideceğimiz yer uzaktır, erkenden yola koyulup yol alalım." derken anlaşıldı ki, vaktinden bir hayli erken gitmişiz.
İki çiçeği burnunda İstanbul acemisi ne yapar gündüz gözüyle bir semt-i meçhûlde? Dedim ki, "Dönsek olmaz, kapıya yüklensek, misafirdir deyip içeri almazlık etmezler fakat çiğlik olur. En iyisi sinemaya gidelim!"

Sora sora sinemanın yerini bulduk. Beş-altı sinema salonunun yan yana bulunduğu bir pasaj var. Benim fikrim bir an evvel film ayırt etmeksizin bir salona bilet alıp girmek. Ne mümkün? Şu olsun, bu olmasın derken biletçi kızcağız, "Hadi artık!" dercesine bakınca, "Eh peki, Avatar olsun bari!" diye karar kıldık.

"Peki Avatar olsun, fakat Avatar nedir?" diye sordu eşim.

Bilgiç bilgiç, "Bilgisayarda sohbet ortamındaki kişilerin kendilerine taktıkları lakaptır." dedim. İnandı garibim, "Peki" dedi; sonradan araştırdım, meğer yanlış biliyormuşum; bilgisayar dünyasında bir kişiyi temsil eden resim veya işarete verilen isimmiş fakat bana güveni sarsılmasın diye eşime bunu söylemedim! Neme lâzım?

Biletçi kıza tam biletleri verirken sordum; "Emeklilere indiriminiz yok mu?" Kızcağız güldü, "Emeklilere yok ama sizin için öğrenci bileti vereyim, buyrun!" "Aman rezalet çıkmasın, koca adam öğrenci biletiyle kapıda yakalandı diye rezalet çıkarsa ne olur halimiz, sen yine normal bilet ver." diyecek oldum. "Birşey olmaz amca, al sen bu bileti." dedi hanım kızımız.

Salona girdik fakat tedirginiz biraz. Kapıdaki adam kimlik soracak diye ödümüz patladı. Bizim "şebekeler, pasolar" yürürlükten kalkalı otuz sene geçmiş... Neyse, salona girmemizle birlikte içerdekilerin yaş ortalamasını gösteren çizelge tavana doğru sert bir yükselişe geçti. Tamamen gençler, hatta çoluk çocuk. Bir kenara ilişip gongu bekledik. Neyse ki bu sefer reklâm filan yoktu da doğrudan filme geçtik. Tam üç saat!

Medhini daha önce duymuştum fakat değil indirimli öğrenci bileti, tam bilete bile değecek derecede şatafatlı bir sinema şöleni Avatar. Tamamen bilgisayarın sanal gerçeklik ortamında "çizilen" bir film bu, "çekilen" değil; bu açıdan yaklaşmakta olan bir çığırın habercisi. Aynı teknikle daha önce de filmler yapılmıştı ve onları da pek beğenmiştik fakat Avatar, 6 yıl boyunca kimbilir kaç sanatçının, bilgisayar grafikerinin emeği mahsulü bir sinema eseri olarak bundan sonra yapımcı, senarist ve yönetmenlere şöyle meydan okuyor:

-Bundan sonra sinemada yapılabilirliğin sınırı sizin hayal gücünüzün sınırlarından ibarettir. Zihninizden geçen her şeyi sinemaya aktarabiliriz!

Bazen arkadaşlarla dertleşir, "Ah imkân olsa, kimbilir şanlı tarihimizden çıkarılmış hikâyelerle ne güzel filmler yapılırdı fakat nerde?.." diye hayıflanırız. Yakın bir gelecekte belki film seti, dekor, aktör, kamera diye bir şey kalmayacak. Bazı insanlar hayal edecek, kaleme alacak ve yönetmenlerin emrindeki genç grafiker ordusu filmi masabaşında tamamlayacak. Bilgisayarımız çok, iş kala kala üç nalla bir ata kalıyor, yani nitelikli insana, grafikerlere...

Aklınızdan geçen ne varsa o. Sınır yok, imkânsızlık diye bir şey yok.

Atatürk filmi mi istiyorsunuz; "O oynayabilir, bu oynayamaz" diye çekişmeye lüzum kalmadı. Sanal gerçeklik, daha şimdiden realiteyi zorlamaktadır. Kahramanınız kim; Fatih, Kür-Şad, III. Selim... farketmez. Artık sinemada gerçeklik teknik bir problem olmaktan çıktı, sadece para meselesidir.

Bu filmi görmeye niyetli iseniz, lütfen bu nazarla seyrediniz; neyi kasdettiğimi anlayabileceksiniz ümid ederim. t.alkanzaman.com.tr



--------------------------------------------------------------------------------

Artık benim de kabahatten büyük bir özrüm oldu

Padişah bir gün hokkabazını çağırmış, demiş ki, "Öyle bir iş et ki, özrün kabahatinden büyük olsun."

"Hay hay padişahım." demiş hokkabaz. Biraz sonra araya lâf karışınca elini uzatıp Padişahın yanağından bir makas almış. Padişah küplere binmiş, "Bu ne densizliktir; ne küstahlıktır!.."

Hokkabaz demiş ki, "Affedin padişahım, ben sizi hanım sultan sandımdı!"

"Vaay densiz, bak ne söylüyor." diye küplere binen padişahın kulağına eğilmiş hokkabaz, "Az önce, bir iş gör ki özrün kabahatinden büyük olsun, buyurmuştunuz; işte bu, özürün kabahatinden büyük olduğu bir iştir."

İmdi efendim, ben geçenlerde özürün kabahatinden daha büyük göründüğü bir iş işledim; gazetedeki köşemde, -mâlumatfüruşluk etmek, fiyakalı lâf söylemek gibi çocukça duygularla- pek de lazım olmadığı halde "mâlumu i'lâm" tâbirine yer verdim. Ne var ki tâbiri mâlum-ı ilân şeklinde yazmıştım; aslında "ilân" mı, "ilâm" mı, kararsızlığı içindeydim, tembellik ağır bastı, lugâte bakmaya üşendim, "Olsa olsa böyle olur" diye mantığıma güvendim.

Mantığım beni aldattı, mahcub etti, faka bastırdı.

İki gün sonra kadim dostum Beşir Ayvazoğlu ile Karaköy vapurunda sohbet ediyorduk; bana, vapurda genç okuyuculara yakalanmamak için hangi sotalı koltuklara oturmak lâzım geldiğini bir güzel tarif ettikten sonra, "Biliyor musun?" dedi, "Yazında önemli bir yanlışlık yapmışsın; mâlumu i'lâm'ı yanlış yazmışsın. İlân değil ilâm olacaktı." dedi.

"İyi ya." dedim, "Yanlış yapmışsam düzeltir, okuyucularımdan özür dilerim. Bizim okuyucu takımı dikkatlidir bilirsin, affetmezler, zaten birkaç düzeltme ve ihtar mektubu almıştım."

Eve dönüşte ilk iş bir küçük kâğıda, "Hatanı düzelteceksin!" yazıp masamın hemen yanındaki pencere perdesine iğneledim. Müteakip ilk yazı gününde dediğimi yaptım, dedim ki, "Sizleri yanılttığım için özür dilerim; mâlum-ı ilan değil, mâlum-ı ilâm olacaktı."

Yahu kardeşim, insan bu safhada olsun bir kere daha lugâte bakmaz mı?

Bakmadım, yine hâfızama, mantığıma, dil bilgisi tecrübeme güvendim.

Ertesi gün mektuplar yağmaya başladı,

"Yahu üff, bir de yazar geçiniyorsun, hatanı düzeltirken yeniden hata yapıyorsun; bilmiyorsan yazma kardeşim, bu işi bilenler yazsın!"

Bir zılgıt bir zılgıt...

Adam haklı; ayıptır söylemesi iki de bir "Türkçemize sahip çıkalım, kelime hazinemizi zenginleştirelim; eski Türkçemize üvet evlây muamelesi revâ görmeyelim." diye yazan çizen biriyim güyâ...

Tabii düzeltme işlemini nezaketle yapanlar çoğunlukta fakat nâzik olanlarda bile hissedilir bir iğneleyici tavır hissedilmiyor değil. Ezcümle diyorlar ki,

-Mâlum-ı ilâm yazılmaz muhterem; doğrusu, bilineni, mâlum olanı yeniden zikretmek mânâsında olduğu için "Mâlumu ilâm"dır, aradaki tireyi fuzûlî yere kullanmışsın. Bir daha yapma!

Şimdi yukardaki fıkrayı niçin "mâlumu i'lâm" kabilinden bir kere daha hatırlattığımı anladınız değil mi?

Dilediğim özür, işlediğim kabahatten daha fecîydi çünkü...

Evet mahcub oldum, mahallî tabirle "yüzüm yer oldu" fakat işin bir de güzel ciheti var: Bizim okuyucu takımı lugât meselelerinde Cingöz Recai'dir biraz; hatâ affetmezler, sektirmezler, üşenmezler, oturup bir güzel mektup yazarlar, nâzikâne ikaz ederler, tekrar hâlinde başlarlar dalga geçmeye... Vâkıa fiskeledikleri yerde gül biter fakat târiz târizdir efendim...

Elâlemle dalga geçen sen misin?

Bizim gazetenin okuyucuları böyle, diğer gazetelerde durum nedir bilmiyorum; bilemem, inşallah Zaman okuyucuları gibi Türkçe zaptiyesidir her biri.

Tamam, mahcubum filan fakat hoşuma gitmiyor da değildir hani.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi