Bir yanda Kültür-Sanat... Bir yanda yargısal inat!
İstanbul, son 24 saat içinde “kültür ve sanat ağırlıklı etkinlikler”e sahne oldu... Önceki gece Cemal Reşit Rey Kongre Salonu’nda Türk sanat dünyasının usta isimlerinden Sezai Karakoç hakkında hazırlanan “Gün Doğmadan” adlı bir “belgesel” gösterildi...
Dün sabah da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yenilenen Harbiye’deki Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin açılış töreni vardı...
Ve dün akşam: “İstanbul 2010 Avrupa Başkenti”nin açılış töreni ile şehrin çeşitli yerlerinde bu kapsamda düzenlenen kutlamalar... Ben, davetli olduğum bu etkinliklerden sadece “Sezai Karakoç Belgeseli”ni izlemeye gidebildim... Haber Müdürümüz Nazif Karaman’la birlikte gittiğimiz “gala”da; siyaset, bürokrasi ve medya dünyasından birçok insanla ayaküstü sohbet etme imkânı bulduk.
Saat 20.30 civarında salona girdiğimizde gördük ki, salon “hıncahınç” dolu... Birçok insan; ya “koltuk aralarına oturarak” ya da “ayakta” izledi belgeseli.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Tarım Bakanı Mehdi Eker’in konuşmalarında, “Sezai Karakoç’un özü ve özeti” vardı... Her iki bakan da diyordu ki;
“Bugün yürütülen açılım politikasında, Sezai Karakoç’un düşüncesinin büyük payı vardı... O, bir medeniyet insanıdır... Şiiri de o medeniyetin bir parçasıdır... Sezai Karakoç sadece bir şair ve yazar değil, aynı zamanda mütefekkirdir...”
SEZAİ KARAKOÇ VE YAKIN TARİH
Konuşmaların ardından “belgeselin gösterimi”ne geçildi... “2 saat 15 dakika” süren belgeselden dolayı, belgeselin yönetmeni Ensar Altay başta olmak üzere, belgeselin yapımcılığını üstlenen Cine-5 Medya Grup Başkanı Orhan Seyfi Güner’i ve emeği geçen herkesi kutluyorum.
Çünkü belgesel; sadece “Sezai Karakoç’un hayatı”nı ve onun “sanatsal çabaları”nı anlatmıyor aynı zamanda “Türkiye’nin yakın tarihi”ne de ışık tutuyordu...
Belgesel, 1933’ün “Gülem ayı”nda, yani “güllerin açtığı” Mayıs ayında Diyarbakır Ergani’de doğan Sezai Karakoç’un “hayat serüveni” ile birlikte, “Türkiye’nin hayat serüveni”ni de gözler önüne seriyor.
Meselâ ben; Türkiye’nin yakın tarihinde önemli bir yer tutan “6-7 Eylül olayları” ile ilgili “fotoğraflar”ın çoğunu ve o günlerdeki “gazete manşetleri”ni “belgesel”de gördüm... Tabiî, Türkiye’yi “12 Eylül İhtilâli”ne götüren “provokasyon” örneklerini de!..
Kısaca ifade edecek olursam;
Her şeyden önce, böyle bir belgeselin “Sezai Karakoç hayatta iken” yapılmış olması, son derece takdire değer... Çünkü biz, bazı “değer”lerimizin değerini, “ancak öldükten sonra” anlarız... Bu “vefakârlık”larından dolayı Ensar Altay’ı, Orhan Seyfi Güner’i ve onlara katkılarını esirgemeyen TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’ü bir defa daha kutluyorum...
MUHSİN ERTUĞRUL SAHNESİ AÇILIŞ TÖRENİ
Yazının en başında dediğim gibi; İstanbul’da düzenlenen tek sanat etkinliği, elbette “Sezai Karakoç Belgeseli” ile sınırlı değildi... Dün sabah da, yenilenen “Muhsin Ertuğrul Sahnesi”nin açılış töreni vardı...
Kısaca ifade etmek gerekirse;
Bundan “21 ay önce” yani 14 Şubat 2008’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından “yenileme” çalışması başlatılan tiyatro binası, 17 milyon TL harcama yapılarak dün hizmete açıldı.
Açılış töreninde konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan; biraz da “sitem” yüklü konuşmasında, “Bu muhteşem tiyatroyu Türkiye’ye ve İstanbul’a kazandırmakla iş bitmiyor” demiş ve “kendilerine çıkarılan engeller”den söz etmiş;
“Biz bu binanın inşaatına ilk kazmayı vurduğumuzda bana da, başkanıma da kazmayı vurdular. Çünkü ne söylüyorsak kabul edilmiyor, inanılmıyor. Sanki biz Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ni yere çakıyoruz.
Halbuki durum böyle değil.
Neler söylenmedi ki!..
Buraya cami inşa edeceğimizi bile iddia edenler oldu. Bu iddiaya inanan insanlar oldu.
Ciddi ciddi köşelerinde, sayfalarında, ekranlarında bunları yazdılar, ifade ettiler.
Sanki biz bir tiyatro düşmanıyız. Ben 1994'te İstanbul'a Büyükşehir Belediye Başkanı oldum ve bizden önceki belediye başkanlarının yaptıkları tiyatrolara bakınız. Kaç tane tiyatro inşa etmişler acaba?
Sanki biz görsel sanatlara, gösteri sanatlarına karşıyız...
Türkiye genelinde bütün tiyatroları yıktığımızı söylediler. Hepsini kaldırdığımızı, kaldıracağımızı söylediler. Allah aşkına böyle bir yaftayı yapıştırmaya, bizi böyle göstermeye, bizimle ilgili böyle bir imaj çizmeye kimin ne hakkı var?
Üstelik dün ya da bugün sürekli yapıldı. Israrla yapılıyor. Şimdi çıkıyor bazıları diyor ki;
‘Başbakan ve partisi gerekli güvenceyi vermiyor. Kitleleri ikna edemiyor, kitleler de böyle düşünüyor.’
Allah aşkına 'tiyatroyu yıkıyorlar, cami yapacaklar' iddiasının ben neresine cevap vereyim, neresini düzelteceğim ki?
Bu düzelmez.
Bu tür dedikoduların, söylentilerin, izanların, ithamların, iftiraların peşine düşsem onları düzeltmeye kalksam veya kalksak bu ülkede biz taş üstüne taş koyamayız.”
YENİ AKM’YE YARGI ENGELİ
Sonra, AKM’ye, yani Atatürk Kültür Merkezi’ne getirmiş sözü... Bu sorunu, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile defalarca konuştuğunu ancak “sorunu çözemediklerini” ifade eden Başbakan, demiş ki;
“İnanıyorum ki; halk arasında şöyle bir referandum yapsak, kimse mevcut AKM'den memnun olmadığını söyleyecektir... Çünkü AKM, otopark sorunundan tutunuz içindeki kullanım alanlarına varıncaya kadar kullanışsız bir eser...
AKM'nin yanında, arkasında alanlar var. Burayı yıkalım ve yerine buraları da ekleyerek Taksim Meydanı'na yakışan dev bir eseri inşa edelim dedik... Ona da inanmadılar.
'Yok, yapmayacaksınız, öyle bırakacaksınız' dediler. Arkadaşım; ben ülkeme, insanıma düşman mıyım? Biz bu millete, vatana efendi olarak değil, hizmetkar olarak geldik.”
Konuşmasının devamında, “yargı”ya getirmiş sözü... Eğer “yargı engeli” olmasaydı, AKM’yi de 2010’a yetiştirebileceklerini ifade edip;
“Şimdi, yargının bu ifadelerime kızacağını biliyorum” diyerek, şöyle devam etmiş:
“Yargının kararında, projenin niye olamayacağını anlatması gerekirdi...
Niye olamaz, söyleyin!..
Projeyse proje, hizmetse hizmet!
Niye olmuyormuş?..
Biz bunu ülkemiz için yapıyoruz.
Ciğerlerimize kadar bize kan ağlatıyorlar, kan!..
AKM’yi 2010’a yetiştiremedik. Şimdi sadece restorasyon yapılıyor. Türkiye’de işler neden zor yürüyor. İşte size bir örnek.”
BU MU SİVİL DİKTA?!?
Başbakan’ın bu sözleri; sadece “Türkiye’de işlerin neden zor yürüdüğüne” bir örnek değil, aynı zamanda “Tek parti diktası!.. Sivil faşizm” suçlamalarına da “okkalı bir cevap”tır!..
Görüyorsunuz ya;
Hükümet “daha iyisini yapmak” istiyor ama yargı, “yaptırmam” diye direniyor!..
Hani, 1980’li yıllarda Halkçı Parti’nin genel başkanı Necdet Calp vardı... Rahmetli Turgut Özal, “köprüyü satacağım” dedikçe, “sattırmam” diye, hançeresini yırtarcasına bağırıyordu.
Bugünkü “yargı”nın tavrı da, Necdet Calp’in “sattırmam” tavrından pek farklı değil!..
“Yaptırmam da yaptırmam!”
Söyleyin Allah aşkına;
Bırakın “muhalefet partileri”ni, bırakın solcuların yuvalandığı “meslek odaları”nı, böyle bir “yargı engeli” karşısında “eli-kolu bağlı” durmak zorunda kalan bir iktidar hiç “dikta özlemi” içinde olabilir mi?..
Böyle bir Hükümet’e “sivil dikta” denilebilir mi?..
Şu hâle bakın;
Yargı, “AKM’yi yıkamazsınız” diyor ve Hükümet, “hay hay” demek zorunda kalıyor.
Bu mu dikta?.
Bu mu faşizm?..
Tayyip Erdoğan, eğer iddia edildiği gibi bir “diktatör” olsaydı var ya; bugün bir “gudubet abidesi” gibi duran AKM’nin yerinde yeller eserdi!..
Ve tabiî, “öyle kalsın” diyen “yargı”nın da!..
Eğer bir “dikta”dan bahsedilecekse, bence onu “Hükümet”te değil, “statüko”nun devamından yana olan “yerler”de aramak gerekir!..
Evet, “Necdet Calp zihniyeti”nde!..
İşte “son 24 saat”in özeti!..
Görüyorsunuz, “kültür ve sanat”la başladığımız yolculuğumuzu, yine “siyaset”le noktaladık!..
Ama, ne yapalım ki;
Türkiye’de herkes “siyaset” yapıyor!..
Herkesin eli, “siyasetin içinde!”
Kimse “kendi işi”ni yapmıyor!..
=============
Önce silah, sonra kupür!
“Hedef Vakit’ten, kurşun avukattan” diye başlık atanlar, Alparslan Arslan’ın “tekbir” getirerek tetiğe bastığını höykürenler, “Danıştay cinayeti”nin “türban” konusundaki karara tepki olarak “İslâmî hassasiyetle” işlendiğini böğürenler; o “höykürme” ve “böğürme”lerini şimdi “nerelerine” sokacaklar acaba?.. Çünkü Alparslan Arslan, Silivri’deki “çapraz sorgu” esnasında “gerçeği itiraf” etmek zorunda kalmış ve demişti ki; “Eylemden bir ay önce Glock marka tabancayı verdiler... Saldırıdan bir hafta önce de avukat arkadaşım Hilmi Öztürk’ün ofisinde, internetten Vakit gazetesinin kupürünü çıkarttık... Ayrıca, bu Vakit gazetesinin bir an önce kapatılması lâzım!”
Söyleyin Allah aşkına; “Vakit gazetesinin kapatılmasını” isteyen bir adam, “Vakit’in haberi”nden etkilenip de eyleme kalkışır mı?..
Dahası, “eylemden bir ay önce eline silah tutuşturulan” bir adam, sadece “bir hafta önce gördüğü bir haber”den nasıl etkilenir?..
Anlaşılıyor ki, “tezgâh” baştan kurulmuş!..
Önce “silah” vermişler eline, sonra da, daha önce hiç görmediği “Vakit’in kupürü”nü tutuşturmuşlar!..
Şimdi, “kupürü tutuşturan avukat” da yok ortalıkta...
Ne “büro”suna uğruyor, ne “telefon”lara çıkıyor!..
Söyleyecek söz çok.. Ama, 17 Mayıs 2006’da konuşanlar, şimdiden “sözlerini sokacakları bir yer” arasalar çok iyi olur!..