Cinayet cumhuriyeti
Türkiye’nin karanlık cinayetlerinden birinin faili olarak bilinen, daha sonra karıştığı uluslararası bir suikasttan ötürü de ağır cezalara çarptırılan Mehmet Ali Ağca, otuz yıl sonra hapishane hayatını tamamladı. Yirmili yaşlarda girdiği mahpustan ellili yaşlarda çıktı.
1979 yılının 1 Şubatında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü, o zamanın en etkili gazete yöneticilerinden biri olan Abdi İpekçi öldürüldü. Ağca bu cinayetin yegane faili olarak bilindi.
O günlerde İstanbul’da idik ve Hareket dergisinin yeniden yayınlanması hazırlıkları ile meşguldük. Hareket dergisi 1979 Martında okuyucularına yeniden merhaba derken, derginin ilk sayfalarında bu cinayetle ilgili imzasız bir tahlil yazımız yer aldı. İşte o yazıdan bazı parçalar:
“Cinayetin mi siyasileştiği, yoksa geniş mânada siyasetin mi cinaileştiğinin belli olmadığı ülkemizde, on yıldan beri binlerce insan hayatını kaybetti. Daha başta cinayetlerin siyasete âlet edilmesi teamül haline geldi ve bir müddet sonra da gelenekleşti. Büyük şehirlerin caddeleri ‘devrim şehidi” yaftalı siyasi cenaze merasimlerinin güzergâhı hâline geldi. Zaman zaman yüksek dereceli memurlar, yüksek mahkeme üyeleri, üniversite mensupları cenaze yürüyüşlerinin ön saflarında yer aldı. Bu yıllarda (1968-71) idarenin, adliyenin ve öğretim kurumlarının sokaklara dökülmesinin ne denli ağır bir cinayet olduğu idrak edilemedi. Ta ki, bir gün ölüm ve terör bazı kurumlarının kapılarını tutuncaya kadar.”
“Siyaseti cinayete-cinayeti siyasete âlet etme fasit dairesinin büyük bir hızla çevrilmesinde birinci derecede rol alan müesseselerden biri de basındı. Güdümlü basın döneminden (1923-1950) kalan alışkanlıkları üzerinden atamayan basın müesseseleri, 1930 Kubilay olayından beri ‘devrim şehidi- devrimlere kast eden yobaz’ hazır kalıplarını uygulamaktan çekinmemişti. 1968-71 döneminde ‘devrim şehidi’ unvanıyla taçlandırılmış, gericilerin canına kast ettiği genç ölülerin bürokrasinin olduğu kadar basının da sermayesi olmuştur. Ölenler ve öldürülenlerin tavsifi 1971’den sonra değişmiş, basın da bu konuda eski kolaycılığından vazgeçmeye başlamışır.”
İpekçi cinayetinin, Türkiye’nin sürüklenmek istendiği darbe vasatında bir merhale olduğu o sıralar çok fazla dikkat çekmedi. Basın yayın organları ilerici -gerici, devrimci-faşist vb. bildik kalıpları kullanarak cinayeti yorumladılar.
Bizim bu cinayetle ilgili o zamanki yorumumuz ise onun öldürülmesini bürokrasi veya onun misyonu adına hareket eden yeraltı güçlerinin uygun bulduğu yönündeydi…
Ağca, aynı yılın haziranında yakalandı, Maltepe askeri cezaevine konuldu. 23 Kasım 1979’da ise çok iyi korunan bu cezaevinden kaçırıldı...
Alpaslan Türkeş hatıralarında Ağca’nın Askeri Cezaevi’nden kaçırılmasının “devlet operasyonu olduğunu” belirtiyor.
Can Dündar’ın “Hepimiz Ağca'yız!” başlıklı itirafnamesini ibretle okudum.
Doğru söylüyor: “Bir koca orduyuz, suç ortaklarından... Aktif işbirlikçilerin kimi kahraman oldu sonradan, kimi genel müdür, kimi bakan...
Pasif suç ortakları ise, izlediler sessizce... Ve mağduru oldular, hesabını sormadıkları sürecin...
Hesap soranlar mı? Onlar da Ağca ve ortaklarının kurşunuyla kendine mazeret yaratan 'olağanüstü yönetim biçimi'nden sonra ya vuruldular ya susturuldular.”
Bazı idraklerde 30 yıllık gecikme nasıl yorumlanmalı!
Dündar ve benzerlerinin yapması gereken çok önemli bir şey daha var: Bu cinayetler üzerine haksız yere suçlayıcı ifadeler kullandıkları kişi ve kurumlardan, bilhassa halkımızdan özür dilemek!
İpekçi cinayeti, sonraki cinayetlere model oldu. Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Taner Kışlalı ve diğerleri… En son Danıştay cinayeti…
Türkiye bir cinayet cumhuriyeti oldu! Cinayet ve kan sistemin kutsallığını sağlamakta kullanıldı. Eğer Ergenekon meselesi tam aydınlığa kavuşturulamazsa, suikastlar, cinayetler devlet adına mürettep kargaşalıklar bitmez!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.