Askerî mahkeme mi, sivil mahkeme mi?
Askerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören kanunu, CHP’nin iptal istemiyle açtığı dava sonucu, Anayasa Mahkemesi iptal etti…
Şimdi tutup Anayasa Mahkemesi’nin yapısını ve hukuka aykırı kararlarını uzun uzun tartışacak değilim…
Zaten her şey herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyor…
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde gördüğümüz gibi, Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararları hukuka dokuz takla attırıyor.
Zaten bu kurum, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra getirildi. Amaç, halkın tercihiyle iktidara gelecek siyasi iktidarı, bürokratik bir mekanizma ile kontrol etmekti…
Milletin “yanlış tercih” yapabileceği varsayımından yola çıkılmış, bunun sonucu olarak düşünülmüştü…
Kararlarını hukuktan ziyade bu amaç doğrultusunda verdi.
Bu yüzden de zaman zaman “vesayet” anlamına gelebilecek kararlar verdi…
TBMM’nin iradesinin üzerine çıktı.
Bu yazıda işin bu yönünü irdeleyecek değilim. Ben olaya tarihsel bir boyut getirmek istiyorum…
“Ârif olan anlar” diyerek ve tarihin kamu vicdanında güncellenmesini dileyerek, birkaç örnekleme ile padişahların “hukuk” ve “yargı” karşısındaki durumlarından söz edeceğim.
Öncelikle belirtmem gerekir ki; Osmanlı’yı “önder devlet” yapan “temel ilke”lerin başında “hukukun üstünlüğü” kavramı gelir…
Hukuk, Osmanlı’nın yönetim şemasında “en büyük güç”tür. Padişah ve teb’a (millet) bu güce tabidir.
Bu sistem içinde “yargıç” öylesine dokunulamazdır ki; Bursa Kadısı Molla Şemsüddin Muhammed Fenari, devrin Padişahı Yıldırım Bayezid’i “Namazlarını cemaatle kılmadığı” gerekçesiyle mahkemeden kovduğunda, Padişahın sesi çıkmamış, azarlanmayı sîneye çekip başı önünde sarayına dönmüştür.
Olay kısaca şudur…
Bir gün, Sultan Yıldırım Bayezid’in, mahkemeye gidip şahitlik etmesi gerekmişti. Tarihçi Osmanzade Taib’in “Hadikatüs-Salatin” isimli eserine göre, Bursa Kadısı Molla Fenari, Padişahın şahitliğini şu gerekçe ile reddetti:
“Terk-i cemaat cerh idüğün şuyu bulmağılen eday-ı şehadetün caiz değildür.” (Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden, şahitliğini kabul etmiyorum.)
Bu azarlanmayı Padişah başı önünde dinlemiş, sarayına döner dönmez, sarayın bahçesinde bir cami inşaa edilmesini emretmiş, namazlarını o günden sonra cemaatle kılmaya özen göstermişti.
Fatih Sultan Mehmed’in, Fatih Camii’nin sütunlarını kestiren Rum Mimar İpsilanti Efendi ile zamanın İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’nin huzurunda yüzleşmelerini çoğunuz bilirsiniz.
Fatih, mimarın elini kestirmiş, Kadı’ya şikâyet edilmesi üzerine de mahkemeye çıkmıştı.
Mahkeme, Padişahın da elinin kesilmesine karar vermişti. (“Fatih Sultan Mehmed” isimli kitabımızda bu konuda detay bulabilirsiniz, Nesil Yayınları 444 14 24)…
Yavuz Sultan Selim’den de bir örnek verelim…
Bilirsiniz, Yavuz Padişah öfkesi burnunda bir padişahtı. Öfkesine yenildiği günlerde töreye aykırı bir ferman yayınladı…
Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi, bunu öğrenir öğrenmez hışımla saraya gitti (Padişahların Şeyhülislâmla görüşmemek gibi bir lüksleri yoktu). Padişaha yanlış yolda olduğunu söyledi. Daha beter öfkelenen Yavuz, “Dikkat et Efendi, artık dünya işlerine de karışmaya başladın” deyince, Zembilli, “Senin ve devletinin selameti içün dünyana karışırsam ne olmak ihtimali vardur?” dedi, “Sana Kur’an’ın yolunu gösteriyorum, dinlemezsen hakkında fetva veririm.”
Padişahı azletmekle (görevden almakla) tehdit ediyordu. Zaten böyle bir yetkisi de vardı. O yetkiye dayanıyordu.
Diyeceğim şu ki; Osmanlı Devleti’nde padişahlar bile “sivil mahkeme”lerde yargılanırlardı. Bu konuda padişahların hiçbir imtiyazı yoktu. Zamanı geldiğinde yargıya hesap vermekten kaçınamazlardı.
Günümüzde ise bazıları kendilerini “imtiyazlı” görüyor.
Yargılanmayı içlerine sindiremiyorlar…
Mecbur kalmaları halinde ise işi kendi aralarında çözmek istiyorlar…
Ast-üst ilişkisinin belirleyici olduğu bir kurumda, bu yargılama sisteminin sağlıklı işlemesi mümkün mü?
Haydi siz söyleyin: Bir hâkim teğmenin, bir generali doğru düzgün yargılayabileceğine inanıyor musunuz?..
Beykent Üniversitesi Final Sınavları arasında tarih öğretmeni öyle bir soru soruyor ki; öğrencilerden bazıları kahkahalarla gülüyor…
Bazıları fena halde şaşırıyor…
Diğer bazıları ise derinden etkilenip inciniyorlar…
Bazı öğrencilerin ruhunu inciten soru şu:
“Çanakkale Savaşı’nda birçok yaralı askerimiz için 10 bin tane yatak satın alınmıştır. Bu yataklar hangi yerden temin edilmiştir?
a) Yataş;
b) İstikbal;
c) Bellona;
d) Hiçbiri…
Bir tarih öğretmeninin, şehitlerle alay edildiği izlenimi veren böyle bir soru sormaması gerekiyor, çünkü:
a) Şehitler incinir;
b) Şehit aileleri incinir;
c) Şehitlik kavramı incinir;
d) Sorunun tarihle ilgisi yoktur.
Düşünün ki sevgili dostlarım, bu ülke hâlâ şehit veriyor…
Her şehidimizin arkasından yürekler yanıyor…
Bu durumdaki bir ülkenin öğretmeni, şehitleri mizah malzemesi yaparak aşağılamak şöyle dursun, onları yüceltmek durumundadır. Hele de Çanakkale şehitleri söz konusu ise...
“Çanakkale” denince bu ülkede yaşayan her insanın yüreği tökezler…
Çünkü her evden birkaç şehit vardır.
Benim iki dedem (anne ve baba tarafından) de Çanakkale şehididir...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.