711. yıldönümünde şu bizim Osmanlı Devleti (2)
Müverrih Aşık Paşazade’ye göre, Kayı Boyu’nun Anadolu’ya gelişinde dört temel unsur var...
1. Gaziyan (gaziler yani askerler, silahlı kuvvet);
2. Ahiyan (kardeşler, gönül erleri);
3. Bacıyan (kadın önderler=Bu teşkilatın, meşhur yürek adamlardan Ahi Evran’ın eşi tarafından kurulduğu yolunda rivayetler var);
4. Abdalan (dervişler)...
Askerlerin görevi malum: Savaşmak, aşireti korumak, gerektiğinde de fetihler yapmak...
“Ahiyan”ın görevi ise hem adaleti (Müslüman, Hıristiyan, Musevi ayırımı yapmadan) tüm hayata hâkim kılmak, hem de yürekleri diri tutmak...
“Abdalan”ın işlevi ise dini anlatmak, toplumu dini açıdan eğitmek...
Burada bence en dikkate değer ve hatta şaşırtıcı olan, “Bacıyan” sınıfıdır...
Eski Anadolu kadınının, bugünkü ortamla karşılaştırıldığında, sosyal hayatın içinde çok daha aktif roller üstlendikleri rahatlıkla görülebilir...
O kadar ki, kadınlar, “Bey Ana”, “Gazi Ana”, “Bacı Bey” gibi rütbelerle toplumda aktif görev yapmakta, zaman zaman erkeklere dahi kumanda etmektedirler...
Kabul edelim ki, bu kadarını bugünkü Müslüman toplumların çoğunun tasavvur etmesi bile güçtür!..
Çünkü Müslüman toplumların çoğunda kadın hâlâ “ikinci sınıf” bir varlıktır!
Bazılarında ise “varlık”tan bile sayılmamaktadır!
Acaba, kadını ikinci sınıf sayan Bizans’ı çok kısa süre içinde yerle bir edecek güce ulaşan Osmanlı’nın hızlı yükselişinde, kadını birinci sınıf sayan anlayışının payı ne kadardır? (Alın size tarihimize ilişkin bir sosyolojik araştırma konusu daha)...
Ahiler söylemleriyle, yüreklerdeki İslâm kültürünü ve gaza mefkûresini kuvvetlendiriyor, gerektiğinde kendileri bizzat savaşıyor, ama en önemlisi, kurdukları zaviyeler vasıtasıyla Kayı Boyu’na imanlı, ahlaklı, şuurlu “insan-asker” yetiştiriyorlardı.
Hiçbir makama, şana, şöhrete, servete göz dikmedikleri için de müthiş bir itibar sahibiydiler. O kadar ki, Osman Gazi kendisine hem “mürşit”, hem de kayınpeder olarak Şeyh Edebali’yi seçti.
Edebali İtburnu mevkiine “İnsan Fabrikası” (zaviye) kurmuş bir Alperen’di...
Osman Bey, bu cevher insanın kızı Malhun Hatun’la evlendi. Böylece Osmanlı’yı yücelten derin “yansıma” da başlamış oldu (Kifayetli hocalara kıran girdiğinde ise yetenekli padişahlar dönemi de kapanacak, ardından devlet çözülüp çökme sürecine girecektir).
Yansıma insanın doğrudan söz konusu olduğu alanlarda o kadar güçlüdür ki, peşin hükümlerden arınmış bir kafa ile tarihimize bakanlar, insanı kutsayan bir anlayışın hakim olduğunu rahatlıkla görebilirler.
Şeyh Edebali’nin Kur’ani bir referansla geliştirdiği “önce insan” (Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” biçiminde bir terkiptir) anlayışı, Osman Gazi’nin beyliğini kısa süre içinde devlete, devletini ise baş döndürücü bir hızla imparatorluğa dönüştürmüştür. Bu idrak sarsıldığında ise devlet de sarsılmış ve yıkılmıştır.
Osmanlı’da, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, nasıl giyinirse giyinsin insanlar hürdür... (İnsan hürdür, ama Abdullahtır).
Osmanlı’da “hak kuvvette” (günümüzün kuvvetliysen haklısın anlayışı) değil, “kuvvet hakta”dır (haklıysan kuvvetlisin anlayışı)...
Osmanlı’da padişahlar bile adliyeye karışamaz, gerektiğinde padişahlar yargılanır ve mahküm olur. (Fatih Sultan Mehmed’le Mimar İpsilantı Efendi Davası örneği) [Hukukun üstünlüğü ilkesi]...
Hocalar Osmanlı terkibi içinde öylesine büyük bir güçtür ki, Bursa Kadısı Molla Fenari, Yıldırım Bayezid’i “Namazlarını cemaatle kılmadığı” gerekçesiyle mahkemeden kovabilmekte, Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi, Yavuz Sultan Selim gibi öfkesi burnunda bir Padişah’ı “Halline fetva” vermekle tehdit edebilmekte, Sultan IV. Mehmed, Davutpaşa Camii Kürsü Vaizi Himmetzâde Abdullah Efendi tarafından, bir Cuma hutbesi esnasında azarlanabilmektedir.
Osmanlı’da Devlet Başkanları (Padişahlar) hükümete sadece tavsiyede bulunabilir, talimat veremezler... [Koçi Bey şöyle der: “Vezir-i âzam (yürütmenin başı=Başbakan) müstakil olup umûr-u saltanata (devleti yönetme biçimine) kimse müdahale etmezdi.”]
Buna da bugünkü adıyla “Kuvvetler ayrılığı prensibi” diyorlar... Bu prensip demokrasinin özü ve özetidir...
Yani Batı demokrasisi, Selçuklu’dan (çünkü Selçukluların da demokratik uygulamaları bir haylidir) ve Osmanlı’dan çok şey öğrenmiştir... Öğrene öğrene bugünkü şeklini almıştır...
Anlayacağınız demokrasinin şekillenmesine katkılarımız var...
Günümüzde de insana değer veren devletlerin gelişip büyüdüğünü, insanı hiçe sayan devletlerin ise çözülüp yıkıldığını görmüyor muyuz? Ceddimiz bundan 711 yıl önce bunu fark etmiş, fark ettiği için de devletini insana hizmet ekseninde yapılandırmış (bugünler Osmanlı Devleti’nin 711. kuruluş yıldönümüdür), tabir yerinde ise devletini büyük ve mükemmel bir hayır kurumuna dönüştürmüştü.
Hangi dinden, dilden, milletten, devletten olursa olsun muhtaç her insan Osmanlı Devleti’nin müşfik sinesinde ihtiyacını giderebilir, hatta bu şefkatten hayvanlar ve bitkiler bile nasiplerini alabilirlerdi.
Osmanlı’nın yokluğu, sadece beş yüz yıl müddetle hüküm sürdüğü topraklarda yaşayan insanların değil, aynı coğrafyada yeşeren bitki ve hayvanların da talihsizliğidir...
Zira çağımız dahil, hiçbir devirde çevre, Osmanlı asırlarında gördüğü ilgi ve sevgiyi görmemiş, hiçbir dönemde hayvanlar Osmanlı insanının kendilerine gösterdiği saygıyı yaşamamıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.