Ayakkabı-Türban denklemi
Üçü de profesör. Biri CHP’li Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, diğeri Dolmabahçe Müdürü İlber Ortaylı, sonuncusu Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu.
CHP’li başkan, GATA’daki “türban” ayıbına şöyle yorum getirmiş: “Camiye ayakkabıyla giriliyor mu ki, GATA’ya da türbanla girilsin.”
Unvanlar “profesör” olsa bile; karşı olmak, muhalefet etmekle akıl ve izan sahibi olmak arasındaki ince çizginin flulaştığı bir noktadayız.
Camiler, birer ibadethanedir. İbadet, inanca tabidir. İnanan insanların secde ettiği mekanın temizliği için ayakkabılar çıkarılır. Ayakkabı çıkarılmasının temel nedeni, pisliktin korunma düşüncesidir.
Bu basit gerçeği, ilkokul çağındaki çocuklar bile bilir. Hele bir profesörün bundan haberdar olmayacağı asla düşünülemez.
O halde problem nedir?
Cami içine pislik taşınmasın diye çıkarılan ayakkabılarla türbanın aynı kefeye konarak GATA yasağının savunulması, bir ideolojik tutumdan da öte, akıl ve izandan yoksun hasmane tavrın tezahürüdür.
Ayakkabı-türban denklemi, ancak böyle bir zihniyetten türer.
Darbeyi meşrulaştırma
Diğer profesör ne diyor? Bakalım; “Siyasetin kendini geliştiremediği ortamda darbe kaçınılmazdır. Türkler asker millettir.”
Dolmabahçe Müdürü ve tarih profesörü olarak, 36 Osmanlı padişahından 12’sinin darbe veya isyanla tahtını kaybettiğini, askerlik tarihinin aslında darbe ve isyan tarihi olduğunu, demokrasinin emekleme çağında sürekli kafası koparılarak siyasetin kısırlaştırıldığını, periyodik olarak siyaset tarlasının sürüldüğünü ve kökleşmesine asla izin verilmediğini bilmesine rağmen, böyle konuşması ilginçtir.
Neden olabilir?
Genelkurmay’daki Kazım Karabekir konferansında topuk selamıyla arz-ı endam eylemesinden dolayı “Karargahın ya huyundan ya suyundan” diyesim geliyor ama o toplantıların bir konuğu olarak bu tezi de inandırıcı bulamıyorum.
Sanıyorum o sorunun cevabı, bilgili olmakla aydın olmak arasındaki nüansta yatıyor. Bilgi hazinedir. Bilgiyi pazarlayıp kişisel ikbaliniz, hırslarınız, hevesleriniz veya hazinenizin aracı haline getirebilirsiniz. Ya da toplumsal yöne kanalize edip aydınlatıcı hüviyete büründürebilirsiniz.
Tercihiniz birinci yolsa, yaşadığınız rejimin mutlaka demokrasi olmasına gerek yoktur. Bilgi arzına talep ha siyasetçiden gelmiş ha ge
neralden fark etmez. Gerekirse darbeden medet umar, postal yalarsınız.
İkinci yola baş koymuşsanız eğer, bilirsiniz ki, sadece özgür ortamda yeşerir serpilirsiniz. Darbelere şiddetle karşı çıkarsınız. Çünkü özgürlük, nefes almak gibi hayatidir.
Hayat bazen ıskalaya da bilir.
Duydum ki, TBMM 2010 yılı Onur Ödülü Dolmabahçe Müdürü’ne verilecekmiş. AK Parti ve MHP arasında uzlaşma sağlanmış.
Meclise de bu yakışır! Darbe olursa belki ödül sahiplerine şefaat eder!
Ekran esaretine hayır
Ne var ki, sonuncusu, bu iki profesör kadar şanslı değil. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, “Akşam yarım saat televizyonu kapatıp Kuran okuyun” dedi diye “deli” ilan edildi.
Gerçi, darbecilerin “baş tacı” edildiği yerde “delilik” yaftası onur ödülüdür, Bardakoğlu’nun incinmesine hiç gerek yoktur.
Hele lafı neresinden anladığı belli olmayan senarist ve aktörlerin “Televizyona karşı çıkmak matbaaya karşı çıkmakla aynıdır” türünden demeçleri ise nasıl bir kokuşmuşluğa dücar olduğumuzun resmidir.
Halkın önemli kısmının televizyon esaretinde yaşadığı bir ülkede “yarım saat” mola istemenin, “delilik” olarak adlandırılması, sadece bize özgü olsa gerek.
Kuran okumak istemeyenler, İncil okusun, Tevrat okusun, başka kitaplar okusun, operaya gitsin, eşine veya çocuğuna zaman ayırsın, spor yapsın, ne yaparsa yapsın. Yeter ki, o sihirli kutunun esaretinden yarım saatliğine kurtulsun.
Radikalleri de var. Bakın Ufuk Uras televizyonu evine hiç sokmuyor. Habertürk’ün Ankara Haber Müdürü Ahmet Dirican, eşine ve çocuklarına daha çok zaman ayırmak için evindeki televizyonları söküp attı. Gıptayla izledim ama onun kadar iradeli çıkamadım.
Farklı bir yol izliyorum. Ekran başında Kurtlar Vadisi gibi 3-4 saat süren dizilere saplanıp kalmıyorum.
Elbette, özgür bir ülkede kimin neyi, ne kadar izlediğine kimse müdahale edemez. Ancak toplumsal hastalıkların teşhisi ve tedavisine ilişkin önerilere de “delilik” diye bakamazsınız. Hepimiz o topluluğun birer parçasıyız.
Bugün birçok ülkede internet bağımlıları, tıpkı uyuşturucu bağımlıları gibi tedavi görüyor. Çünkü, esarete dönüşmüş internet kullanımı düşünceyi yok ediyor ve toplumu için için kemiriyor. Türkiye’de televizyon kullanımı da benzer bir tehlike içeriyor.
Ne var ki, demokratik rejime darbeyi savunmak in, ekran esaretine darbeyi önermek out. Birine Onur Ödülü vermek istiyorlar, diğerine “deli” diyorlar.
Burası Türkiye...