Ayakkabılarla camiye, başörtüsüyle GATA’ya mı?
Kıyaslanması akla ziyan olan şeyleri izah sadedinde, eskilerimiz, “Kıyas-ı maal farık” (benzemezlerin karşılaştırılması) tabirini kullanırlardı.
CHP’nin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın da bunu yapmış geçenlerde...
“Cami’ye ayakkabı ile giriliyor mu ki, GATA’ya türbanla girilsin” diyerek benzemezleri mukayese etmiş...
Bu bir çaresizlik aslında; izah edilmesi mümkün olmayan bir konuyu bin dereden su getirerek izah etmeye çalışma çaresizliği...
Genelkurmay Başkanı’nın bile “izah edilemez” bulduğu bir meseleyi, hiç üstüne vazife olmayan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “izah”a kalkışması ise, ayrıca düşündürücüdür.
Bir genelleme yapmak istemem: Yine de CHP üst yönetiminin dini konulara yaklaşımının öteden beri “arızalı” olduğunu belirtmekte fayda var...
Hatırlayacaksınız: Bundan bir süre önce, CHP’nin üst yöneticilerinden Önder Sav, hacca gitmek istediğini söyleyen bir vatandaşa, “Boş ver, Araplara para kaptırma” demişti...
Camiye ayakkabı ile girmek pek çoğumuzun aklına gelmez, sadece CHP’lilerin aklına gelir...
Böyle abuk-sabuk karşılaştırmaları da sadece onlar yaparlar...
Zaten geçmişlerinde de böyle bir teklif var...
1928 yılında bazı İlâhiyat Fakültesi hocalarına (o tarihte henüz açık olan fakülte, 932’de kapatılmıştır) hazırlatılan “Islahat lâyihası *” (bir anlamda “Dinde Reform” projesi) başlıklı taslakta camilere ayakkabılarla girilmesi öneriliyor...
Daha önce de yazdığımı hatırladığım “Dinde Reform Projesi”nin önce giriş bölümüne bakalım...
“Din içtimaî (sosyal) bir müessesedir. Diğer içtimaî müesseseler gibi hayatın zaruretlerine (gereksinimlerine) katlanmak, tekâmülün (gelişmenin) seyrini kovalamak mecburiyetindedir.” (Yani din de zamanın şartlarına uydurulmalıdır)...
“Dini hayat da ahlâkî ve iktisadî hayat gibi ancak ilmî düşünceler ve ilmî usullerle ahenkli bir surette özel ve şahsî feyzini verebilir.” (Yani din inkılâbın emrine girmelidir)...
Gerisi daha acıtıcı ve incitici...
“Mâbedlerimiz temiz, muntazam, ziyaret ve oturmaya uygun bir hale getirilmelidir. Mâbedlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabılarla mâbedlere girilmesi tercih edilmelidir (kiliselerde olduğu gibi, camiye ayakkabılarla girmek tavsiye ediliyor)... Bu dini ıslâhatın (dinde reformun) ibadete ait olan sıhhî (sağlık) şartıdır.”
“İbadet lisanı Türkçe olmalıdır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kullanılmalıdır.”
“Mâbedlere mûsîki âletlerinin kabulü dahi lâzım gelir. Mâbedlere ilâhî mahiyetinde asrî ve enstrümantal mûsîkiye ihtiyaç vardır (Bu da kiliselerdeki gibi)...
Aynı çalışmada Cuma hutbelerinin imamlar tarafından değil, filozoflar tarafından okunması önerilmiş, filozofların “frak” giymesi de şart koşulmuştur.
Bir yandan “dinde reform” hazırlıkları yürütülürken, buna zemin olmak üzere, 1921 Anayasasında yer alan “Devletin dini, Din-î İslâmdır” hükmü kaldırılıyor (10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı kanunla yapılan değişiklik)...
Ve 1932’de Ezan-ı Muhammedî, 1400 yıla yakın bir zaman okuna geldiği biçimden çıkarılıyor. Ezan-ı Muhammedi’nin yerini, “Tanrı uludur” çığlıkları alıyor...
Böylece, yıllar yılı (az-buz da değil, tam 18 yıl) yürekleri yalım yalım yakan derin bir ezan hasreti başlıyor.
Hasret 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürecek, ancak o tarihte milletimiz yeniden ezanla buluşacak, gözyaşları arasında hasretini dindirecektir.
Anlaşılan bazılarının kafası 30’lu yıllarda kalmış. O yıllardan çil çil kubbe serpilen yıllara gelmeyi bir türlü içlerine sindirememişler...
İçlerine sindiremedikleri şundan da belli ki, ne zaman milletin inançları söz konusu olsa, oy kaygısını dahi unutarak, hemen gard vaziyeti alıyorlar...
İnançların karşısına geçiyorlar...
Millet ekseriyetine ters düşme pahasına, “Kıyas-ı maal farık” türünden kıyaslamalar yapıyorlar...
• Meraklıları için not: Bu çalışma geniş biçimde O. Nuri Ergin’in “Türkiye Maarif Tarihi” isimli eserinin beşinci cildinde (sayfa: 1639-40-41) yer alıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.