Danıştay Adalet ve Bizim Suçumuz
“Herkes Ettiğini Bulur”derdi eskiler. Başımıza gelen acılar ve usibetler için başkalarını suçlamadan önce kendi mazimizi bir hatırlsak iyi olur. acaba bu musibet bize niçin geldi, nerden geldi?
Ehlullahtan birisine yolda bir serseri sataşmış. Ne riyakarlığını koymuş, ne sahtekarlığını. Ağzına geleni saymış vesselam.
O zat-ı şerif hemen secgeye kapanmış ve demiş ki: “Ey Allah’ım! Bu adamı bana çattıran hangi günahımsa onu bağışla.”
Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.”(Şûrâ, 30)
Demek daha çoğu da affediliyor. Ya affedilmeseydi? Yaşanmaz olurdu dünya!..
Diyeceksiniz ki, “sataşanın hiç mi suçu yok?”
Nasrettin Hoca da sormuştu hani, “yahu dostlar, hırsızın hüç mi suçu yok?”
O zaten hırsız. Ona ne desek boş. Kendi cezasını elbette bulacak bir gün. Tedbir ve hikmetli davranmak bize düşer. Kulluk bizim kulluğumuz. Biz hesabımızı kendimiz vereceğiz.
Gelelim başlıktaki Danıştay ve adalet meselesine… Meslek liseleri ile ilgili verdikleri karara kim adaletli diyor?
Herkes sokakta. Herkes “zulüm” diye haykırıyor. Bize göre zulmün sonu ateştir. Ateşe inanmamakla ondan kurtulunmaz ki! Bence yetki sahipleri, yani idareciler, yargıçlar, yöneticiler ateşten korkmalı, kendileri için tedbir almalıdırlar. İnsan hep böyle kalmaz, birgün ölür ve hesap için tekrar dirilir. İnanan için de böyledir, inanmayan için de…
Size bir hikaye anlatayım. Ehlullahtan Behlûl Dânâ, bir gün halife Harun Reşit ile karşılaşır. Kendisini tanıyan hükümdar, bu mübarek zata:
“–Ey Behlûl! Nereden geliyorsun böyle?” diye sorar. Hazret, hiç düşünmeden:
“–Cehennemden geliyorum” cevabını verir.
Harun Reşit, şaşırarak tekrar sorar:
“–Ne işin vardı orada?”
Behlûl Dânâ anlatır:
“–Efendim; ateş lâzım olmuştu. Cehenneme gideyim de biraz isteyim dedim. Fakat oradaki memur bana:
“–Burada ateş yoktur” dedi.
“–Nasıl olur, Cehennem ateş yeri değil mi?” diye sorunca:
“–Evet; gerçekten burada ateş yoktur. Her gelen, ateşini dünyadan getirir» cevabını verdi.”
Dehşete kapılan Harun Reşit büyük bir üzüntüyle sordu:
“–Behlûl! Ne yapayım ki, oraya ateş götürmeyeyim?”
Behlûl Dânâ, hızla uzaklaşırken haykırdı:
“–Adâlet! Adâlet! Adâlet!”
Şimdi de kendimiz için bir hadis yazalım ve en başa dönelim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervâneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”(Müslim, Fedâil, 19. Bkz. Buhârî, Rikâk 26; Tirmizî, Edeb 82)
İmam Hatip Liselerini bu bela niye buldu? Bunun bin tane sebebi bulunabilir. Ama acaba bizim ettiklerimiz yüzünden de bir musibet gelemez mi başımıza?
Açık söyleyelim, dostlar gücenmesin, sadece bir muhasebe yapsınlar. Bir zamanlar İmam Hatip Liselerinde büyük bir dava şuuru ve heyecan vardı. Kötü kötü binalarda sıkışık otururlardı ama, içleri imanla kaynardı. Hocaları camilerde vaaz eder, talebeleri hutbe okur, münazaralar yapar, İslam davası için yerlerinde duramazlardı. Kitaplar okur, dergilere abone olur, hatta kendileri çıkarırdı.
Bir kurban bayramı gelirdi, hocalar evlerinde kurban kesemez, sokaklarda deri toplarlardı. Köylere gider, din anlatır, İmam Hatip Liselerini anlatır, kavak, inek vs. verilen yardımlarla harıl harıl inşaar yaptırırlardı. Devlet okul yapmazdı onlara. Belki toplasan yirmi etmez devletin binası. Gerisini millet yaptırdı ama, kadroların çaba ve gayreti ile…
Ya şimdi olan ne?
Öğrenciler bitkin, “önümüz kesik” diye tembel ve heyecansız, hocaları okul, hizmet ve dava gibi kavramları unutmuş, dersini veren evine giden sıradan devlet memurları. Zil çalınca işi bitiriyor. İdareciler risk almaktan kaçıyor. Halkla ilişkiler bitmiş, ne vaaz var, ne hutbe… Tiyatro, münazara, şiir ve makale yarışları hak getire… Üstüne ölü toprağı serpilmiş sanki.
Benim şehrimde Ak Partinin getirdiği İmam Hatip Lisesi müdürün ilk icraatı, daha önce “okullar kapanmasın” diye köylere giden ve vaaz ederek, sohbet yaparak yatılı talebe arayan öğretmenlerinin bu irşat ve tebliğ hizmetini bitirmek oldu.
Bunun bizim için hayatî önem taşıdığını, bu tür irşat ve tebliğ çalışmaları ile halkla iletişimi koparmamız gerektiğini on kere hatırlattımsa da, sağolsun güler yüz ve tatlı dil ile “tamam sayın hocam, hemen başlayalım yapmaya. Hatta sizleri de davet ederek yardımlarınız alalım.” demekten başka bir şey görmedim, duymadım…
Şimdi biraz da bu taraftan düşünelim, 28 Şubattan bu yana bu musibetler başımıza neden geliyor diye, olmaz mı? Bular, bir İslam büyüğünün tabiriyle acaba bizi kendimize getirecek “şefkat tokatları” olamaz mı?
Hani şu ehlullahtan olan adam gibi, artık biz de demeliyiz: ““Ey Allah’ım! Bu adamları bizlere çattıran hangi günahlarımızsa, sen onu bağışla ve talafisi için bize aşk ve şevk ver, gayret ve çaba ihsan eyle…”
Biz de kendimizi bir hesaba çekmeliyiz o büyük hesaplaşmadan önce.
Bize de bu yakışır değil mi?
www.cemalnar.com