Korkmadan konuşmak, ürkmeden yaşamak
“Cumhuriyet ilmen, fikren, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister.”
Okuduğum ortaokulun bir yerlerinde bu yazı vardı. Fakat “seciye” kelimesini çözemez, zaman zaman arkadaşlarla tartışırdık...
Bazı arkadaşlara göre, “seviye” yazılacakken, yanlışlıkla “seciye” yazılmıştı...
Kelimenin anlamını bulmak için az çabalamadım. Bulur bulmaz da zafer kazanmış bir komutan edasıyla arkadaşların karşısına dikildim:
“Arkadaşlar, seciye demek, ‘Yaradılış, huy, karakter’ demektir. Buna göre, cumnuriyet ilmen, fikren, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar istiyor.”
Çok sükse yapmıştım...
Fakat tartışma bitmemişti. Sadece “öyle miyiz?” tartışmasına dönüşmüştü: “Biz ilmen, fikren, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar mıyız?”
Ne yalan söyleyeyim, “özgür birey” olmak yerine, “muhafız” olmak fikri bana o gün de cazip gelmemişti.
Özgür birey olma isteğim öyle çok bilinçli bir şey değildi. Sadece karakterimdeki isyan ve yetişme tarzımdaki sorgulama anlayışı beni özgürlüğüme düşkün bir çocuk yapmıştı. Muhafızlığın bana göre bir şey olmadığını düşünüyordum.
Emredileni harfiyen yerine getiren bir “cumhuriyet muhafızı” olmaktansa, konuşan, tartışan ve üreten “birey” olmak daha bana göre bir şeydi...
Cumhuriyete hizmetin onu övmekle değil, ülkeyi “çağdaş uygarlık düzeyine” taşıyacak atılımlar yapmakla mümkün olabileceğini düşünürdüm...
Bana anlamlı gelen, kuru kuruya “yaşasın cumhuriyet” diye bağırmak, ya da bu mânâda pankartlar asmak değil, cumhuriyetin içini özgürlüklerle doldurmak...
Hâlâ öyle düşünüyorum: Cumhuriyete en büyük hizmet, “cumhuriyet/hürriyet” kafiyeli şiirler okumak yerine, millî gelirden fert başına düşen payı arttıracak hamleler yapmaktır.
Cumhuriyete en büyük hizmet, bir “muhafız” psikolojisi içinde, her yıl bir birine benzer şiirlerle, sloganlarla, pankartlarla ve gösterilerle cumhuriyet bayramını kutlamak yerine, her yıl daha çağdaş, daha özgürlükçü bir yapı oluşturmaya çalışmaktır.
Biz, nutuklarla cumhuriyeti ve cumhuriyeti kuranları ebedileştirdiğimizi sanıyoruz. Ve neredeyse yüz yıldır bunu tekrarlayıp duruyoruz.
Bulunduğumuz yer ortada: Özgürlükler açısından Ortadoğu’nun en demokrat, ama Avrupa’nın en baskıcı ülkesiyiz...
Hayat kalitesi açısından ise Kıbrıs Rum kesiminden daha gerilerdeyiz...
Düşünen insanlarımızı kelepçelemeyi (malum sendrom), üreten insanlarımızı ise engellemeyi (malum bürokrasi) sürdürüyoruz. Yıllar değişiyor, hatta çağ değişiyor, ama bizim yapımız değişmiyor! Hâlâ imam-hatiplilere katsayı engeli koyarak “cumhuriyetin kazanımları”nı koruduğuna inananlar var.
Konuşamadığımız için düşünmüyoruz, düşünmediğimiz için üretmiyoruz; üretmediğimiz için de maalesef gelişemiyoruz...
Geriye kala kala kuru nutuklarla “muhafızlık sendromu” kalıyor.
Yıllar boyu, laikliğe uzanan elleri kırmaktan, cumhuriyete uzanan dilleri koparmaktan söz edip duruyoruz...
Oysa her şeyin konuşulup tartışılabildiği, her kesimin bir şekilde kendini rahatça ifade edebildiği, herkesin işle, aşla, eğitimle, sağlık hizmetiyle buluştuğu bir ülkede birkaç marjinal dışında kim sistemi kendine sorun olarak görür?
Adı ne olursa olsun, inandığını yaşayanı, düşündüğünü yazanı, aykırı fikrini açıklayanı sanık sandalyesine oturtan, vatandaşların çoğunu “potansiyel suçlu” sayan, kıyafetini beğenmediği kadınlara başta üniversiteler olmak üzere tüm “kamusal alan”ları yasaklayan, kanunla kurulmuş bazı okulların (İHL gibi) öğretmenlerine ve öğrencilerine “dördüncü sınıf insan” muamelesi yapan ideolojik her sistemin vatandaşla problemi olur...
Bizde de böyle oldu: Vatandaşın sistemle olmasa da, sistemin vatandaşla problemi var. Bu sistem, vatandaşı “kendisi” olmaya bırakmıyor!
Ve bu sistem kendisini körü körüne övmeyen herkesi susturuyor.
•
Türkiye’de en çok konuşabilenlerden biri olduğu halde Genel Kurmay Başkanımız Orgeneral Sayın İlker Başbuğ bile konuşamamaktan yakınıyor da, “Bizim de bildiklerimiz var” demekle yetiniyorsa, varın gerisini siz düşünün.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.