Gazetecilerin kampanyası tutarlı değil, çünkü!
Gören, duyan da zanneder ki; Başbakan Tayyip Erdoğan, bir “Takrir-i Sükûn” kanunu çıkarmaya, “sıkıyönetim” ilân edip “gazetecileri ve muhalifleri susturmaya” çalışmaktadır... “Milli Şef İsmet İnönü” öyle yapmıştı ya... 4 Mart 1925’te “Takrir-i Sükûn” kanunu çıkartıp, bütün ülkede “sıkıyönetim” ilân etmiş ve tabiî büyük bir “sansür” uygulayarak “gazeteleri kapatmış ve gazetecileri de susturmuştu” ya, son günlerde çıkarılan “gürültü”lere, koparılan “kızılca kıyamet”lere bakarsanız, zannedersiniz Başbakan Tayyip Erdoğan da aynısını yapmaya çalışıyor...
“Tepki”ler, “protesto”lar ve “kampanya”lar gırla!.. Erdoğan’ı, “basın özgürlüğünü kısmaya çalışmakla” itham ediyorlar... Ve bunun için de “ortak metin” hazırlayıp, “imza”ya açmışlar... Gelen haberlere göre; Bugün gazetesi yazarlarından Gülay Göktürk’ün öncülük ettiği girişime, dün akşama kadar “30’a yakın gazeteci” imza atmış!..
İmzalanan “ortak metin” şöyle:
''Biz aşağıda imzası bulunan köşe yazarları, Başbakan Erdoğan'ın gazete patronlarının köşe yazarlarını kontrol etmesi gerektiğini savunan açıklamasının varlığımızı borçlu olduğumuz basın özgürlüğüne ve genel olarak 'demokratik Türkiye' idealine aykırı, vahim bir tutum olduğunu düşünüyor ve bu açıklamayı protesto ediyoruz.''
DAHA ÖNCELERİ NERELERDEYDİNİZ?
Şahsen ben; bu “protestocu” arkadaşların duyarlılığını “haklı” bulmakla birlikte, “haddini aşan bir alınganlık” içinde olduklarını düşünüyorum... Evet, hem “aşırı bir alınganlık” içindeler, hem de bir “çarpıtma”ya alet oluyorlar!..
Dahası; “Daha önceleri nerelerdeydiniz?” sorularının sorulmasına yol açıyorlar... Evet, daha önceleri nerelerdeydiniz?.. “28 Şubat süreci”nde nerelerdeydiler, “gazeteciler patronlar tarafından kapı önüne konulduğunda” nerelerdeydiler?..
Bazı generaller, bazı gazetecileri “tehdit” edip, “makatlarına süngü takar, cephe cephe dolaştırırız” dediğinde nerelerdeydiler?..
Aynı generaller, hem de bu ülkenin bir “bayan bakan”ına, evet dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e “İçişleri Bakanlığı’nın önünde yağlı kazığa oturturuz” diye gözdağı verdiğinde nerelerdeydiler?.. Bu “protesto”lar, bu “imza kampanyaları” o zaman niye hiç akıllarına gelmedi?..
Mehmet Altan, 13 yıl önce yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“30 yıllık bir öğretmenin maaşının, askeri kariyere yeni başlayan birisinden daha az olduğunu yazmıştım.
Bu yazı üzerine Erol Özkasnak, o dönem Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu’yu arayıp ‘Onun makatına süngü sokup sınır sınır gezdireceğim’ demiş, benim hakkımda.”
Mehmet Altan, bu tehdidin işe yaradığını ve Dinç Bilgin ile Zafer Mutlu’nun haftada 4 gün olan yazılarını bir güne çektiğini söylüyor.
Dahası da var:
Mehmet Ali Birand, Erol Özkasnak’ın kendini arayıp “Siz kim oluyorsunuz da Genelkurmay Başkanı’na faks çekiyorsunuz?’ diye payladığını, bunun üzerine telefonu duvara fırlatıp kırdığını söylüyor.
Nazlı Ilıcak ise patronu Mehmet Emin Karamehmet’in Ankara’ya çağrılarak kendisinin işten atılmasının istendiğini ve 1997 sonunda da “işten atıldığını” anlatıyor.
Şunu demeye çalışıyorum:
“İmza kampanyası” açan arkadaşlar; “gazeteciler, generaller tarafından tehdit edilirken” nerelerdeydi acaba?..
“Çokoprens almaya” mı gitmişlerdi, yoksa kulaklarında “işitme problemi” mi başlamıştı?..
NİYETİ KÖTÜ OLSA, ULUORTA KONUŞUR MUYDU?
Açık ve net söyleyeyim; 25 Şubat 2010’da yapılan “Çankaya’daki Üçlü Zirve”nin bir gün sonrasında AK Parti Grubu’nda konuşup, “bazı yazarlara” tepki gösteren Erdoğan; “Cumhurbaşkanımızın başkanlığında yapılan üçlü zirveye öyle çirkin yorumlar getiriyorlar ki, akla hayale gelmez şeyler. O gazetelerin patronlarına sesleniyorum: ‘Ne yapayım köşe yazarı, hakim olamıyorum’ diyemezsin.
Bu ülkeyi germeye, bu ülkede ekonomiyi alt üst etmeye kimsenin hakkı yok. Köşende yazı yazanın maaşını sen veriyorsun. Piyasalar yüzde 6,5 puan düşüyorsa, bunun sebebinin kimler olduğu ortadadır.
Köşe yazarların bana eleştiri yapabilir haklıdır, ama ben de uyarımı yapmalıyım. Cumhurbaşkanı’yla görüşmeyi nasıl üçlü yaparlarmış! Buna nasıl Cumhurbaşkanlığı zirvesi denirmiş! Bunlar edebe adaba, hiçbir şeye sığmaz. Böyle yapıyorsa, ‘Burada sana yer yok’ diyeceksin. Herkes vitrinine layık olanı koyar” şeklindeki sözleri, “AK Parti Grubu”nda, yani “bütün Türkiye’ye açık bir platform”da değil de, “kapalı kapılar ardında” sarfetmiş olsaydı, “protestocu” arkadaşlara ben de hak verirdim...
Ama birader, o konuşma “gizli-kapaklı” yapılmadı ki... Herkes gördü, herkes duydu!..
Peki, sorarım size;
“Basına sansür” uygulamayı, “gazetecileri işten attırmayı” düşünen bir adam, hiç bunu “uluorta” söyler mi?..
Demek ki, fevkalâde üzülmüş... Ki, bunu “kamuoyu” ile paylaşıyor... Eğer “niyeti kötü” olsa; “yazarın patronu”na tıpkı “28 Şubatçı generaller”in yaptığı gibi, açardı telefonu, söylerdi söyleyeceğini...
Ama o ne yapıyor;
“Kamuoyu”na şikâyet ediyor.
ERDOĞAN, HAKARET VE ÇARPITMAYA KARŞI!
Demin de söylediğim gibi;
Tayyip Erdoğan eğer kötü niyetli olsa, eğer “kin ve garez” beslese; bunu herkese açık bir toplantıda değil, “sinsi sinsi” yapardı!..
Kaldı ki; “dünkü grup toplantısı”nda sözlerine “açıklık” getirip, dedi ki;
“AK Parti olarak, yapıcı eleştirilerden hiçbir zaman rahatsız olmadık...
Tabiî, bunun altını çizmek istiyorum... Ben o ifadeleri kullanırken; 'biz yapıcı eleştirilerden rahatsız olmadık' kısmını kimse değerlendirmeye almıyor, onu bir kenara koyuyor. Hemen oradan bir cımbızlama yapıyor. O cımbızlamadan sonra, bu ifadenin ardından gelen değerlendirmelerimizi onlar da kendilerine göre değerlendirmeye tabi tutuyor.
Bakınız, burada partimizi kurduğumuz andan itibaren yapıcı, yol gösterici, ufuk açan eleştiri ve uyarılara her zaman kulak kesildik ve bunları dikkate aldık.
Başkasının özgürlük alanına müdahale edilmediği sürece, topyekun milletimizin çıkarlarıyla ters düşmediği sürece, hakaret ve çarpıtma ihtiva etmediği sürece her fikrin, her görüşün, her yaklaşımın, bizim nezdimizde değeri vardır ve biz ona her zaman için saygı duyarız.
Suyu bulandıran, suyu zehirleyen, kaos ve kriz tellallığı yapan yaklaşımları ise her zaman milletimize şikayet ettik. Bunların ülkemizin menfaatine olmadığını gür sesle ifade ettik.''
Bu açıklamaya rağmen, hâlâ “Erdoğan’ı protesto” etmeyi sürdürecek olanlara derim ki; “Yolunuz açık olsun!.. Ama bu yolculukta ben yokum!”
BARLAS, 7-8 DEFA İŞİNDEN OLMUŞTU
Protestocu arkadaşların bazılarını “tenzih” etmekle birlikte, sormak istiyorum kendilerine:
Hadi “generallerin tehditleri”ni protesto edecek cesaret ve yüreğiniz yoktu, hadi “kullanılan ve kullanılacak gazeteciler listesi”ne gıkınız çıkmadı, peki, “arkadaşlarınızı kovan patronlar”a niye diklenmediniz, onları niye protesto etmediniz, onlar için niye “imza kampanyası” açmadınız?..
O “patron”lar ki; “kendi çıkarları” için, “Başbakan”larla dirsek temasına geçip, birçok gazetecinin işine son verdi!..
Biraz önce misal verdiğim gazetecilerin yanısıra; “başka gazeteciler” de ya “kovuldular” ya da kovulmanın eşiğine geldiler.
Meselâ Mehmet Barlas... Önceki akşam NTV ekranlarından, “7-8 defa işsiz kaldığını” açıklıyordu...
Peki, kimdi işten atanlar?..
Elbette “patron”lar!..
Dün konuştuk kendisiyle...
Bir küçük hatırasını anlattı...
Günaydın gazetesinde yazarken, bir gün Haldun Simavi dikilmiş karşısına... “Babam İnönü’yle uğraştı, sen Demirel’le uğraşıyorsun!.. Artık yeter!” demiş!..
“Artık yeter” demek, elbette “Kovuldun!.. Kendine iş ara!” demek!..
“Başbakanlara yönelik işte bu gibi eleştiriler yüzünden” diyor Mehmet Barlas; “7-8 defa işsiz kaldım!..”
Ya Ali Bulaç?.. O da, önceki gün Habertürk ekranlarında, “adını vermediği başbakanlar”ın telefonlarıyla, “2 defa işten attırılmak” istendiğini açıkladı!..
ÇEVİK BİR VE YALÇIN ÖZER
“Liste”yi uzatmak mümkün... Ama, bu arkadaşlara sormak gerekmez mi; “Kovulduk ey halkım” diyerek “Hürriyet’ten kovuluşunun ayrıntıları”nı anlatan Emin Çölaşan’ın haykırmalarını niye duymadınız, o zaman niye “Aydın Doğan’ı protesto” etmediniz?..
Dönemin kudretli generali Çevik Bir, Hürriyet ve Sabah’a adeta “baskın” düzenleyip, Şemdin Sakık’ın “olmayan ifade”sine eklemeler yaptırtarak; aralarında Akit ve Milli Gazete’nin de bulunduğu bazı “gazete”ler ve “gazeteciler”e “iftira” attırdığında niye “basın özgürlüğü” hatırınıza gelmedi?.. “Manşet”e çekilen o haberler sonrasında Cengiz Çandar ve M.Ali Birand’ı “işten atma” kararı veren patronlara niye gıkınız çıkmadı?..
Bırakın “işten atılma”ları... Bu ülkede bir Yalçın Özer vardı, hatırlıyor musunuz?..
O Yalçın Özer ki;
“28 Şubat cuntasının baskı ve dayatmaları” sonucu sadece “işinden” olmamış, “canından” da olmuştu... “Generallerin baskıları” o kadar ağırına gitmiş, o kadar canını acıtmıştı ki; daha fazla dayanamayıp, “kahrından” ölmüştü!..
Evet, 8 Şubat 2002’de, henüz 54 yaşında iken “kalp krizi”nden ölen Yalçın Özer, bir “28 Şubat kurbanı”dır!..
Allah, gani gani rahmet eylesin!..
HEM AKREDİTE, HEM ÖZGÜR... MÜ ACABA?
Örnekler çok... Ama “Başbakan’ı protesto” eden arkadaşlara, son bir sözüm olacak...
“Generallerin ayağı”na gidip de onlardan “brifing” alan ve dolayısıyla “darbecilere yardım ve yataklık” edici yazılar yazan, şimdilerde ise, “demokrat ve özgürlükçü” kesilen arkadaşların bazıları, acaba ne kadar “dürüst” ve ne kadar “samimi”dir?..
Ne yani; “generallerin gönüllü sözcüsü” olmak “basın özgürlüğü” oluyor da, “Erdoğan’ın eleştirileri” basına müdahale mi oluyor?..
Hele cevap verin bana;
Hem “Genelkurmay’dan akredite” bir gazeteci olmak, hem de “özgür basın” nutukları atmak, ne menem bir şeydir?..
Tamam, Erdoğan’ı eleştirelim!..
Hatta protesto da edelim!..
Ama bir de, kendimize bakalım.
“Aydın”lık nedir, “asker brifingi” nedir?..
“Makat” nedir, “özgürlük” nedir?..
“Demokrasi” nedir, “askeri vesayet” nedir?..
Son bir soru:
“Gazetecilik dışı işler” yapan “patron”ların, “Başbakan”ların yanında işi ne ve hangi “ihale” için “rica”larda bulunuyorlar?..
“İmza” öncesi, lütfen bunlara bir cevap!..
==============
Güreşe doymayan pehlivan: Kazan!
Hani, “Yenilen pehlivan güreşe doymazmış” derler ya;
“Darbeci Baro, Taksim’e hoşgeldin” pankartlarıyla protesto edilen İstanbul Barosu’nun eski başkanlarından Turgut Kazan da; “yenilmeye doymamış” olmalı ki, her defasında yenilmesine rağmen bir türlü “pes” etmeye yanaşmıyor!..
Efendim, malumlarınız olduğu üzre;
Kendisi, halen “Ergenekon şüphelisi Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in gönüllü avukatlığını” yapıyor!..
Yine malumlarınız olduğu üzre; tam da “mahkeme üyelerinin değişeceği” gün Erzurum’a gitmiş, “itiraz dilekçesi” yazmış ve “Cihaner’in tahliye edilmesini” istemişti!..
Ama, yaptığı “üçüncü itiraz” da reddedildi!..
Yani, “Cihaner’in tutukluluğu” devam ediyor...
Düşündüm de; Turgut Kazan, ya “dilekçe yazmayı” bilmiyor, ya da “kanun”lardan haberi yok!.. Eğer “işi bilen” biri olsaydı, “üçüncü itiraz”da kurtarırdı Cihaner’i!..
Cihaner’in yerinde ben olsam, Turgut Kazan’ı azlederdim...
Baksanıza, adam; “güreşe doymayan pehlivanlar” gibi!..
Acaba; “yenile yenile yenmesini öğrenmeye” mi çalışıyor?..
Oysa, iyice yaşlandı... Ömrü vefa ederse, belki öğrenir!..