Herkül sütunları
Mehmet Akif Ersoy hayretler halindedir. Batılıların bir haline hayret eder ve der ki: Neden onlar Homer’den itibaren Firdevsi’yi en büyük şair olarak tanımlamışlardır. Bunun arkasında yatan saik nedir? Akif’e göre, oysa ki Firdevsi’nin 60 bin beyti insanlık ailesine Sadi-i Şirazi’nin 16 beyti kadar bile hizmet etmemiştir. Bu karşılaştırma bana Hafız-ı Şirazi ile Timurlenk’in bir karşılaşmasını hatırlattı. Timur’un imparatorluğunun sınırlarını olabildiğine genişlettiği dönemde, Hafız bir gazel yazar.
Bu gazelin bir beytinde şöyle der:
“O Şirazlı Türk (güzel) bize iltifat eder, gönlümüzü alır, aşkımızı kabul eylerse
Onun siyah benine Semerkand’i de bağışlarız, Buhara’yı da”
“Eger ân Turkî-i Şîrâzî be-deş âred dil-i mârâ
Be-hâl-e hindûyeş bahşem Semerkand û Buhârârâ”
Hikâye edildiğine göre Timur Hafız’ın kenti Şiraz’ı fethedince şairi huzuruna celp eder ve azarlar,
Semerkand ve Buhara gibi gözbebeğimiz iki kentimizi bir güzelin kara beni hatırına nasıl feda edersin be adam?
Hafız üzerindeki yırtık pırtık giysileri işaret eder ve şöyle cevaplar.
-Zaten vere vere bu hale düştüm ey sultanım!
Demek ister ki, biz senin gibi toplamıyoruz, bilakis dağıtıyoruz!
•
Peki yeniden merhum Akif’in tespitine gelecek olursak; neden Batılılar Sadi gibi bir hikmet deryasına bigane kalırlar, itibar etmezler de adı şuubiye akımıyla birlikte anılan Firdevsi’yi göklere çıkartırlar ve pek severler? Bunun cevabını tarihin derinliklerinde aramak lazımdır.
Uluslaştırma sürecini başlatan Batı medeniyetinin ve Fransız Devriminin tarih içindeki en önemli müttefik cereyanı ilk devre şuubiyye akımıdır ve bu, içinde başta nifak ve ardından da zındıkayı barındırmıştır. Nifak, Medine döneminde Yahudiler tarafından başlatılmıştır. Ardından zındıka ise İbnü’l Mukaffa gibi İran şuubileriyle birlikte anılmıştır. Suriye Yazarlar Birliği Başkanı Hüseyin Cuma tarih önünde İbnü’l Mukaffa’yı aklasa ve beraat ettirse de ma’şeri vicdanda İbnü’l Mukaffa gibiler bu akımın öncüleridir ve hükümlüsüdürler.
•
Son dönemlerde iki darbe arasında veya iki balyoz arasında gibi deyimler çok meşhur olmuştur. Aslında tarihi süreçte de biz de, iki şuubiye/uluslaştırma akımı arasında bulunuyoruz. Bu şuubiye akımının birincisi İslam’a karşı bir refleks olarak İran’da doğmuş ve İslam içine gizlenerek onu içeriden yıkmaya yeltenmiştir. Şuubiye bir taraftan zındıka cereyanını diğer taraftan da şuubiye (ulusçuluk) akımını temsil etmiştir. Dolayısıyla geç devrin ulusçuları olan Avrupalılar bilhassa İslam’ın önünü kestiğinden dolayı ilk şuubileri selamlamışlardır. Soya çekim kanunuyla ilk fikri soylarına çekmişlerdir. Mehmet Akif Ersoy’u hayrette bırakan hususun mahiyeti ve açılımı da budur. Sadece geç dönem şuubileri erken dönem şuubilerine özenmişler ve onları tebcil etmişlerdir. Bu muhabbetin arkasında ortak bir çatının ve bağın olduğu aşikardır. Aslında, ilk şuubiyye İslam’a meydan okuma suretiyle çıkmıştır. İslam’ın ilk dönemlerinde hatta Mekke devrinde Nadr Bin Haris isimli Mekkeli, Arapların meşhur kentlerinden Hayre’ye gelerek oradan Acem haberlerini ve destanlarını derlemiş ve bunlara dair kitapları alıp Mekke’ye yollanmış ve akabinde Mekke ahalisine şöyle seslenmiştir: “Muhammed (S.A.V.) size Ad ve Semud hikayelerini anlatmaktadır. Gelin ben de size Pers ve Rum hikayelerini anlatayım...” Bunun üzerine Acem ve Batı hikayelerini kendilerine göre daha tatlı bulan müşrikler bunlara meyletmişlerdir. Nadr Bin Haris, Halikarnas Balıkçısı gibi birisi olmalıdır. Lakin Haris’in elindeki Acem ve Batı hikayelerinin Kur’an kıssalarına karşı ittifak halinde olduklarını görüyoruz. Haris’in ittifakı asırlar ötesinden Mehmet Akif Ersoy’un hayretine mucip olmuş ve tespitleriyle de teyit edilmiştir.
•
Demek oluyor ki, şuubilik akımının beyni Nadr Bin Haris’tir ve ondan da Firdevsi’ye intikal etmiştir. Nahl Suresinin başındaki bazı ayetlerin sebebi nuzülü, şuubiyye akımının öncüsü Nadr Bin Haris’tir ve Kur’an ifadesiyle kötü bir çığır açmış ve Kur’an hakikatlerini Batı’nın veya Acemlerin efsanelerine benzetmiştir. ‘Kalu esatirü’l evvelin’ ayetinin muhtevasına muhatap olmuş ve Kur’an ayetlerini tekzip ederek; onların öncekilerin uydurduğu efsaneler hükmünde olduğunu söylemiştir (Celaleyn, birinci cilt: 217, ikinci cilt: 100, 101, Salah Bilici Kitabevi). Demek ki, Akif’in merakını celbeden husus bu imiş. Ad ve Semud kavmi meselesine gelecek olursak; bilindiği gibi kimilerine göre, Ad Kavmi özellikle de birincileri Aden veya Hadramut bölgesinde yaşamış ve yerin dibine batırılmışlardır. Yerin dibine batırıldıklarından dolayı da kimileri Ad Kavmi ile Kayıp Atlantis veya Batık Atlantis arasında ilinti kurmaktadır. Eğer bir bağlantı ve ilinti varsa bu takdirde, Kur’an aslında Ad kavminden bahsederken Eflatun’un bahsettiği kayıp kıtalardan veya Atlantis’ten de bahsetmektedir. Dolayısıyla şuubilerin iddia ettiği gibi Kur’an kıssaları bölgesel değil, evrenseldir. Bu durumda Nadr Bin Haris de fena halde yanılmaktadır. Platon’a (Eflatun) göre Atlantis, “Herkül Sütunları’nın ötesinde” yer alan, Batı Avrupa ve Afrika’nın birçok kısmını fetheden ve Solon’un zamanından 9,000 yıl önce (yaklaşık M.Ö. 9500) Atina’yı fethetmeye çalışan, ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır. Burada Herkül Sütunları Ad kavminin sütunları olmasın ki, Kur’an bundan iremezati’l imad/İrem Sütunları şeklinde bahsetmektedir (Fecr Suresi, 6, 7, 8, 9 ve 10) İrem Sütunları, Eflatun’un bahsettiği Herkül sütunları olmalıdır... Herkül dev olduğuna göre Kur’an onlardan elleti lem yühlak mislüha i’l bilad kipinde bahsetmektedir. Yani onların, dünyada bir eşleri ve benzerleri yaratılmamıştır. Fecr Suresi İrem veya Ad bağlamında hem dev insanlardan yani herküllerden hem de dev sütunlardan bahsetmektedir. Allahu a’lem...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.