Avukatların ve yargıçların sızlanmaya hakları var mı?
Hayatta en gıcık kaptığım, en nefret ettiğim şeylerden birisi “çifte standart”tır... Her zaman şunu sormuşumdur; bana “haram” olan şey, sana nasıl “helâl” oluyor... Eğer ortada bir “ölçü, kural, hüküm” varsa, bu herkes için geçerlidir... Yani, “helâl”se helâldir, “haram”sa haram... “Kişiye özel kural” olmaz!.. Tabiî, “kişiye özel kanun” da olmaz... Hele “Anayasa’nın 10. maddesi”ne göre; “kanunlar önünde herkes eşittir” ve inancından, ya da ırkından dolayı hiç kimseye “imtiyaz” tanınamaz, hiç kimseye de “baskı” yapılamaz...
Bu, “Anayasa kitapçığı”nda böyle ama iş “uygulama”ya gelince; maalesef “çifte standart hazretleri” derhal devreye giriyor ve bazıları başlıyor “ayrıcalık” istemeye!.. İşin tuhaf tarafı, bu “ayrıcalık” isteyenler de tam bir “çifte standart” uyguluyor... “Dün” ses çıkarmadıkları uygulamalara, “bugün” ateş püskürüyorlar!.. İyi de, “dün” neredeydiniz, niye gıkınız çıkmıyordu da, “bugün” aslan kesiliyorsunuz?.. Dün sessizdiniz, çünkü “ideolojinize uygun bir hükümet” işbaşındaydı, “bugün” ise işbaşında “AK Parti Hükümeti” olduğu için, “direniş”e kalkıyorsunuz... Eğer o gün de “direniş” gösterseydiniz; “tutarlılık” derdim, “omurgalılık” derdim!.. Ama bugün tepki göstermenize “tutarsızlık” diyorum, tavrınızı da “omurgasız” buluyorum!..
ERGENEKON AVUKATLARININ EYLEMİ!
Bir “genelleme” yaptığımın farkındayım... Aslında, “düne özel” bir olay dolayısıyla yaptım bu girizgâhı... Ama hemen söyleyeyim; sözlerimin muhatabı sadece “bazı avukatlar” değil, aynı zamanda “yüksek yargı” mensuplarıdır!..
Efendim, “düne özel” olan şu:
Dün, “İkinci Ergenekon Dâvâsı”nın 43. duruşması vardı Silivri’de... Sanık avukatları, duruşma salonuna girişleri sırasında “maruz kaldıkları muamele”yi protesto ederek, “duruşma”ya girmemişler... Bu yüzden, duruşma “2 saat gecikme” ile başlamış!..
Duruşmanın görüldüğü binaya giriş çıkışlarında X-Ray cihazının sinyal vermesi halinde üzerlerinin elle arandığını belirten avukatlar, iletişim aletlerinin de duruşma salonuna alınmamasını, mahkeme başkanlığına sundukları dilekçe ile protesto etmişler...
Bir sayfadan oluşan dilekçenin altında avukatlar Ali Rıza Dizdar, Yusuf Erikel, Hüseyin Ersöz, Gizem D. Öcalan, Yasemin Antakyalıoğlu ve Kazım Yiğit Akalın’ın imzası bulunuyormuş... Duruşmanın görüldüğü binanın spor salonundan bozma ve havalandırmasının bozuk olduğu belirtilen dilekçede avukatlar, mahkemeye giriş çıkışlarında infaz koruma memurlarının gözetiminde olmaktan rahatsız olduklarını ifade etmişler...
Avukatların tuttukları notların da duruşma salonunda 360 derece dönme kabiliyeti olan kameralarla tespit edildiği öne sürülen dilekçede, mahkeme başkanı ile 2 üye arasındaki görüş farkının, sanıkların özgürlüklerinin kısıtlanma gerekçesi olduğu iddia edilmiş!..
Hayır, bu “protesto”ya hiçbir diyeceğim yok... Çünkü, “savunma hakkı”nın kutsal olduğuna yürekten inanıyorum.
Öyle ya, bu ülkenin insanları; “Sanıkların idamına şahitlerin bilâhare dinlenmesine” şeklinde kararlar veren İstiklâl Mahkemesi dönemlerini de yaşadı... Dolayısıyla, “savunma” mutlaka “özgür” olmalı ve “özgür ortam”da yapılmalıdır!..
Ama ben, bu “avukat” beylere ve hanımlara sormak istiyorum; bu tür “kısıtlayıcı uygulamalar”la ilk defa mı karşılaşıyorsunuz?..
Bir soru daha:
Sizler, bu “uygulama”lara maruz kalacak “eylem”lerde hiç bulunmadınız mı?.. Yani, “görev ve hak”larınızı hiç “istismar” edip “kötüye” kullanmadınız mı?..
ALPARSLAN ARSLAN DA BİR AVUKATTI!
Fazla uzağa gitmeye gerek yok;
Danıştay Cinayeti’nin faili Alparslan Arslan da bir “avukat” değil mi?.. Alparslan Arslan, eğer “avukat” olmasaydı, Danıştay binasına elini-kolunu sallayarak girip “cinayet” işleyebilir miydi?..
Unutmayalım ki;
17 Mayıs 2006’da Danıştay binasına, hem de “Glock marka bir tabanca” ile giren, üyelerden Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürüp, Mustafa Birden’in de aralarında bulunduğu 4 kişiyi yaralayan Alparslan Arslan da; tıpkı dün “protesto eylemi” yapan avukatlar gibi, “İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat”tı!..
Kaldı ki, “yasadışı eylem” yapan ilk avukat da Alparslan Arslan değildi!..
2005 yılının Mayıs ayı ortalarında, katıldığı seminerde bir açıklama yapan dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Zeki Ekmen, meslek etiğine aykırı davranan avukatlar bulunduğunu belirterek diyordu ki;
“Maalesef terör örgütü ve mafya mensubu gibi açıklamalarda bulunan meslektaşlarımız var!”
Peki, bu avukatlar, “meslek etiğine aykırı” ne gibi işler yapıyorlardı?.. Elbette, cezaevlerine “suç aletleri” ve “cep telefonları” sokuyorlar, “PKK veya mafya sözcüsü” gibi açıklamalarda bulunuyorlardı!..
Hem bunları yapıyorlar, hem de “üst araması yapılmasına” karşı çıkıyorlardı!..
HİKMET SAMİ TÜRK, SESLERİNİ KESTİ!
Ama, dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, bu tür mırıldanmaların arttığı bir günde, evet 16 Şubat 2000’de yaptığı yazılı açıklamada, “avukatları aramaya devam edeceğiz” diyor ve ekliyordu:
“Ceza infaz kurumlarında aramaya tabi tutulan avukatların savunma haklarının kısıtlandığı yönündeki iddialara katılma olanağı yoktur.
Sayıları az da olsa avukatların bir kısmı görevlerini kötüye kullanabilmekte, suç örgütleri ile işbirliğine girebilmektedir.
Bugün itibariyle 22 avukat hakkında cezaevlerine çeşitli suç aletleri veya cep telefonu soktukları için soruşturma açılmış bulunmaktadır.
Barolar suç işleyen bu avukatlar hakkında disiplin işlerini zamanında yapmadıkları için soruşturmaların çoğu, zamanaşımına uğramaktadır.
Batı Avrupa cezaevlerindeki uygulamalar ile protokol hükümleri arasında önemli bir fark yok.
Almanya, İtalya, Belçika, Danimarka, Hollanda ve Finlandiya’da cezaevlerine giren avukatlar da aranıyor.”
İşte bu açıklamadan sonradır ki; o zamana kadar “bülbül gibi şakıyan” avukatlar, bir anda “dut yemiş bülbül”e döndüler!..
Gıklarını çıkaramadılar!..
Hem de, sadece “üst araması” değil, çok daha “onur kırıcı muameleler”e maruz kalmalarına rağmen!..
Meselâ, “bayan avukatlar” cezaevi girişinde “iç çamaşırlarına varıncaya kadar” aranıyorlar, bırakın “çanta”larını, “ayakkabıları” bile kontrol ediliyordu...
Tamam, “Bunlar bugün de yapılsın” demiyorum... Ama Hikmet Sami Türk’ün “sert” çıkışı sonrasında “dilleri boğazlarına kaçan” avukatlarımız, bugün niye “gürültü” koparıyor, onu anlamakta zorlanıyorum;
Ve, ister istemez düşünüyorum;
Dünkü “sessizlik”lerinin ve bugünkü “bağırtı”larının kaynağında acaba “ideolojik görüş”ler mi yatıyor?..
Bunun, “samimiyet” neresinde?..
“Meslek onuru” neresinde?..
Bir “çifte standart” değil mi bu?..
KUŞATILAN YARGI MI, HÜKÜMET Mİ?
En başta dedim ya; hayatta en gıcık kaptığım şey, “çifte standart”tır... Eğer adım Süleyman, soyadım Demirel olsaydı, “Dün, dündür” der geçerdim... Ama, bu ülkenin başına ne geldiyse, “dün, dündür” mantığından gelmedi mi?..
Dün “doğru” denilen nice iş ve karar, bugün “yanlış” bulunmadı mı?.. Ya da, “tam tersi” uygulamalar yapılmadı mı?..
Hâlâ yapılmıyor mu?..
Başbakan Tayyip Erdoğan; yargının “kuşatma” altında olduğunu iddia eden Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’e cevap verirken, “Türkiye’de Yasama da, Yürütme de, yargı kuşatması altındadır” demekte haksız mıdır?..
Hele de, şu “örnek”ler ortadayken:
¥ Rahmetli Turgut Özal’ın; partisi ANAP’ın desteği ile Cumhurbaşkanı seçildiği dönemde çoğunluk şartı aranmazken, AK Parti döneminde ise ‘367’ ucubesi ortaya atılmıştı.
¥ Anayasa Mahkemesi, Meclis’te 411 milletvekilinin oyu ile kabul edilen üniversitelerde başörtüsü yasağını sona erdiren düzenlemeyi, milli iradeyi hiçe sayarak iptal etmişti.
¥ AK Parti hükümetinden önce, YÖK’ün yaptığı işlemlere müdahale edilemeyeceği yönünde kararlar alan Danıştay; AK Parti döneminde YÖK’ün katsayı düzenlemesinde, yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Aynı Danıştay, AK Parti döneminde fakir ve başarılı öğrencilere burs sağlanmasını da eşitliğe aykırı bulmuştu...
¥ AK Parti öncesi kararların yüzde 58’ini hükümet lehine veren Danıştay, son 2 yıldaki 55 icraattan 51’inde hükümet aleyhine kararlar aldı...
Dahası da var...
Neymiş, “HSYK’nın içerisinde Adalet Bakanı ve Müsteşar yer alamaz”mış!..
Tamam, “almasın” da; bu uygulamayı AK Parti getirmedi ki?.. Peki, bu kanun çıktığında nerelerdeydiniz?.. Aklınız o zamanlar “tatilde” miydi, “kira”ya mı çıkmıştı?..
Dünkü uygulamalar esnasında sesini çıkarmayıp, “dut yemiş bülbül”e döneceksin ama, bugün “işine gelmeyen” uygulamaları görünce “bülbül gibi şakıyacaksın!”
İşte benim en gıcık olduğum, en nefret ettiğim şey, bu tür “çifte standart”lardır!..
Dün öyle, bugün böyle!..
Yok öyle yağma!..
Dün ne yapıyor, ne söylüyorsan, bugün de aynısını yapıp söyleyeceksin ki; “dürüst, tutarlı ve samimi” olduğunuza inanayım!..
HUKUK MU, MEZHEBİ TAASSUP MU?
Ama sizler;
Düşünce, görüş ve kararlarınıza biraz “ideoloji”, biraz da “mezhebi taassup” katarsanız, o zaman sorarlar adama;
“Siz, kararlarınızı Anayasa ve yasalara göre mi, yoksa ideolojik ve mezhebi tasalara göre mi veriyorsunuz?..”
Eğer, “bağımsız ve tarafsız” kararlar verdiğinizi söylüyorsanız, o zaman ben de sorarım: “Yüksek yargının tepesindeki bu mezhebi kadrolaşmanın esbab-ı mucibesi nedir?”
Niye oradaki insanlardan “Sünni” diye hiç söz edilmiyor da, “Alevilik”lerine vurgu yapılıp, “bizdendir” imajı veriliyor?..
Bütün bunlar “tesadüf”(!) müdür, yoksa “Meclis’i ve Hükümet’i kuşatan” yüksek yargı, aynı zamanda “mezhebi bir kuşatmanın kıskacı altında” mıdır?..
O “mezhepçi kadro”ların verdikleri kararlarda “hukuk” mu öne çıkmaktadır, yoksa “mezhebi düşünceler” mi?..
OSMAN ŞANAL DA SAVCI DEĞİL Mİ?
Meselâ HSYK Başkanvekili Kadir Özbek’in çifte standartçı tavrı... Bay Kadir Özbek; nihayetinde “mahkeme kararı”nı uygulayan Savcı Osman Şanal’ın yetkilerini derhal elinden alıp cezalandırırken, Başsavcı İlhan Cihaner’e niçin sahip çıkmış, ona telefonla nasıl bir “taktik” vermiş ve “arama”dan bir gün önce telefon açıp, “neler” söylemiştir?..
Sormak gerekmez mi;
İlhan Cihaner’i “sahiplenen” ama Osman Şanal ve arkadaşlarını “cezalandıran” Kadir Özbek’in bu tavrında “hangi etkenler” rol oynamıştır?..
Öyle ya; “savcı” ise Osman Şanal da savcı!.. Bay Kadir Özbek, ona niye sahip çıkmadı da, İlhan Cihaner’e kol-kanat gerdi?..
Acaba Osman Şanal “Alevi” olmadığı için mi?..
Uzun lâfın kısası;
“Ceza” da olsa, “taltif” de olsa, herkese “eşit ve adil” davranılmasından yanayım... Hiç kimseye “ayrıcalık” tanınmasın!..
Ama “eşitlik ve adalet” isteyenler de; “dün ve bugün”lerine bir baksınlar!..
“Dürüst” ve “samimi” olsunlar!..
“Çifte standart”tan vaçgeçsinler!..
“Avukat”lar da, “yargıç”lar da!..
====================
Elazığ değil, hepimiz sarsıldık
Yıllardır, “Bir deprem ülkesiyiz... Dolayısıyla depremle yaşamaya alışmalıyız” diyor uzmanlar... Ama Elazığ’daki insanların “alışma” fırsatı olmadı... Çünkü onlardan 51’i, depremin yıktığı binaların altında kalıp öldüler... Bir o kadarı da yaralandı...
“Sebep saymaya” kalkarsak, sonu gelmez... “Vade” doldu mu, “deprem” de olur, “kaza” da... Ama “tevekkül”ün ilk şartı, “tedbir” almaktır... Hem “fay hattı” üzerinde bulunup, hem de “kerpiç evler”de oturunca, işte “orta şiddet”te bir depremde bile nice canlar kaybediyoruz... Tabiî, “köylüler” ne yapsın?.. “İmkân”ları ve “para”ları olsaydı, hiç “kerpiç ev”lerde otururlar mıydı?.. Gerçi, göz göre göre “evinden-yurdundan çıkmak istemeyenler” de var ama, hep “felâket”i yaşayınca geliyor, aklımız başımıza!..
Söyleyecek söz çok... Ama sevindirici olanı; “enkaz altında” hiç kimsenin kalmaması ve “yardım”ların anında ulaştırılması.. Umarım, en kısa zamanda “yara”lar sarılır, hiç kimse açıkta kalmaz.
Bu vesileyle; depremde hayatını kaybedenlere Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, ölenlerin yakınlarına “başsağlığı” diliyorum... Allah, hepimize sabırlar versin... Bu tür “acı”larla sarsılmamak için, ne olur “tedbir”i elden bırakmayalım... Elazığ hepimize ders olsun!..