Yargıya ne gerek var üstâd?

Yargıya ne gerek var üstâd?

Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un Ruhat Mengi'ye verdiği mülakatı (Muz ortalara kolay kafa golleri!) okuyunca şöyle düşündüm:
Başbuğ bugünlerde kamuoyuna mesaj vermeyi her şeyden fazla önemsemektedir; dolaylı olarak bundan ordunun bir nevi haksızlığa uğramışlık, hakkı yenilmişlik hâleti içinde bunaldığını anlıyoruz. Doğan Medya gazetecilerinin, Karargâh'ta geçirdiği uzun saatlerden sonra neredeyse risâle hacminde yeni bir mülakatla gündeme atılması neyle izah edilir başkaca?

Org. Başbuğ'un açıklamalarının neredeyse tamamı, yargıya intikal edilmiş konularla ilgili ve Başbuğ bu konularda, hariçten sözler söyleyerek kurumunu koruma ve kollama sevk-i tabiisi içinde görünüyor; bu tutum, Ordu sözcülerinin o geleneksel "Hukuka intikal etmiş konular hakkında mahkeme kararı kesinleşmeden konuşmayalım; ayıp oluyor" yollu tutumuna ters düşüyor. Bu mülakatı okuyacak yargı mensuplarının ne derece etkileneceklerini kestiremem; açıkçası gazete okuyarak vereceği kararın yörüngesini değiştirecek bir hâkim de tasavvur edemiyorum pek ama "Basın yoluyla yargı kararı nasıl etkilenir?" konusuna verilebilecek en ciddi örnektir bu mülakat. "O hadise öyle değil, böyledir; o karar daha önce alınmıştı. Biz öyle kötü şey yapmayız" anlamına gelebilecek cümlelerden geçilmiyor. Meselâ, "Bakın, şimdi 3'üncü Ordu Komutanı'yla ilgili bir iddia var ki fevkalade vahim. Görevde olan bir ordu komutanı, terör örgütüne üye olmakla suçlanıyor" cümlesinin devamı şöyle geliyor, "İddianame 61 sayfa, Ordu Komutanı ile ilgili iddialar bir sayfa..."

Olabilir veya olmayabilir; iddiaların tamamı iftira veya hakikat de olabilir fakat olmayacak şey, Org. Başbuğ'un bu safhada gazeteciyi karşısına alıp, "şurası eğri, burası büğrü" diye aleni yorum ve kritiklerde bulunmasıdır.

Mahkemeye ne gerek var o zaman üstâd? İddianameler doğrudan Genelkurmay'a gider; Karargâh incelemeyi yapar, meseleyi bitirir. Pratikliği bakımından bu o kadar câzip bir şablon ki, askerî yargıyı bile gereksiz kılıyor; nitekim Genelkurmay Başkanı, muvazzaf subaylara yönelik suçlamaları birer birer ele alarak haklarında kritik yapıyor, "Tesadüf" diyor, "Çirkin" diyor, "Komutan müneccim miydi?" diyor, "Bize göre bu olayda suç unsuru yok" diyor ve sonunda da her nedense, "Artık davayla ilgili fazla bir şey söylemek istemiyorum" diyor. Fazlası kaldı mı; "Ol kıssadan dahi söylenmedik neler kaldı" üstâd, ne eksik kaldı?

Bu mülakatta sorulanlar ve söylenenler, bana ordunun kendini açıkça "hukukun üstünde" bir şey gibi gördüğünü hissettirdi; hukukun dışında değil ama üstünde, çok üstünde. "Kozmik odayı açmayabilirdik ama açtık" cümlesinin anlamı o zaman daha belirginleşiyor; en dikkate değer olanı da şu: "Biz burada bulunan evraklarda herhangi bir suç unsurunun olduğu kanaatinde değiliz."

Sâkin zihinle düşünüldüğünde bu, çok garip bir durum: Ordu, genel bütçeden finanse ediliyor; mensupları milletin içinden çıkıyor fakat kurum, kimliği ile devletten de milletten de ayrı bir şeymiş gibi davranıyor. Kendi için ve kendi nâmına var olan, kendine hayran bir kurum. Para piyasaları ve Hazine dengeleri hariç, hemen her konuda fikir ve yorum üretip hayata geçirebiliyor.

Sıkıldım, vallahi sıkıldım ve artık şuna eminim: Ben şahsen, bizzat, kendim olaraktan, ordunun itibarı konusunda bunlardan daha fazla samimi ve hassasım.

Anlayın gerisini...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi