Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Kaybetmek ve kaybolmak...

Kaybetmek ve kaybolmak...

Biz, Amerika gibi, ya da bazı aşiret devletler gibi köksüz değiliz. Bu devletin temelleri birkaç yüz sene önce atılmadı. Bazı “redd-i miras”çıların iddia ettiği gibi de, doksan sene kadar önce oluşmadık...
Biz asırlara sığmayan haşmetli bir tarihin mirasçılarıyız: Büyük ve köklü bir milletiz.
Yanlışlar yapmadık mı? Yaptık elbet...
Ama tarihin hiçbir döneminde insanları horlamadık...
Zayıfları ezmedik... Muhtaçlara sırt çevirmedik.
Hiçbir millete, gücümüzle-kuvvetimizle kendimizi, kendi kültürümüzü kabul ettirmeye kalkışmadık. Ermeni Diasporasına inat, kimseye soykırım uygulamadık.
Bunu yapmaya kalkışsaydık, bugün dindaşlarımıza ve soydaşlarımıza zulmeden milletlerden eser kalmazdı: Bir Sırbistan olmazdı meselâ, Ermenistan olmazdı, belki İsrail bile olmazdı.
Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, kimseyi de küçümsemezdik.
Temizdik: O kadar temizdik ki, yere bile tükürmezdik. Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa’ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, atalarımızı yere tükürmedikleri için şöyle eleştiriyor:
"Osmanlılar hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."
Adam haklı: Düşünün ki, aynı dönemde, Avrupalı krallar bile tuvaletlerini altın bir leğene yapıyor, leğenler, her sabah sarayın penceresinden sokağa boşaltılıyordu. (Sabahları Avrupa saraylarında müthiş bir koku olur, bu yüzden öğle öncesi büyükelçi filan kabul edilmezdi) Böyle bir dünyaya mensup bir gezginden, yere dahi tükürmeyen hassasiyeti kavraması beklenemez.
Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarında kuş sarayları yapardık.
Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez. Bitmez, ama bunları Yavuz Bahadıroğlu anlatınca “övgü” oluyor. Bu yüzden bırakalım bizi bize yabancılar anlatsın.
Fransız müellif Motray 1700’lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkancılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.” (Demek ki haram yemezdik)
İngiliz sefiri Sör James Porter 1740’ların Türkiye’sini işaretliyor: "Gerek İstanbul’da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak şekilde isbat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."
Fransız Generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor: "Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."
Ubicini 1830’ların İstanbul’unu getiriyor önümüze: "Bu muazzam başkentte (İstanbul) dükkancılar, namaz saatlerinde dükkanlarını açık bırakıp camie gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vak’aları olmadan gün geçmez."
Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgin yine 1880’lerin "biz"ini anlatıyor bize:
"İstanbul Türk halkı Avrupa’nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar hoşgörülüdürler ki, ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."
Türkiye Seyahatnâmesi’yle meşhur Du Loir’ın 1650’lerdeki halimize ilişkin hükmü şöyle:
“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
Sıra Elisee Recus’da; 1880’lerdeki insanımızı anlatıyor:
"Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya. c. 9)
Bu tespiti İslâm ve Türk düşmanı Guer misallendiriyor:
"Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür... Birçokları da sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk’e bir gün yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: ‘Allah rızasını tahsile yarar.’ "
Son cümle: "Allah’ın rızası"nı kazanmayı hayat felsefesi haline getiren toplumlarda zulüm, baskı, şiddet, cinayet, rüşvet, soygun, vurgun olmaz.
Oradan buraya gelirken yalnız kaybetmiş gibi değil, âdeta kaybolmuş gibiyiz!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi