Said Nursî: “Asgarî şartlarda İslâm”dan yeni şartlara uyuma
İslâmın merkezden kenara, şehirden taşraya itildiği, resmiden gayri resmiye, meşrudan kanun dışına mahkûm edildiği; hatta bir süre müslümanlıkla ilgili her türlü haber ve bilgilerin normal dolaşımda yer almasına, iletişim araçlarında yayılmasına izin verilmediği 1920’lerde ve 1930’larda rejim islâmı yok edemedi. Bu hesaplanamayan durum, “asgarî şartlarda dahi islâm” diyebilen, günün genel geçer modern yayın teknolojisini kullanmadan tebliğini yapan ve böylece geniş kitlelere ulaşan, bir nevi pasif mücadele yürüten bilim ve maneviyat önderlerinin gayretlerinin sonucudur. Bu önderler içinde Said Nursi’nin kendine mahsus bir yeri vardır.
Bu dönemde islâmın geleneksel öğretim merkezleri ve iletişim ağları ya kapatılmış ya da gözetim altına alınmıştı. Bu yüzden Said Nursî, düşüncesini gözetim altında tutulan camiden neşretmedi. Aynı şekilde modern iletişim araçlarını kullanmak da imkânsız hale getirilmişti. Değil gazete, dergi çıkarmak; matbaalarda kitap bastırmak dahi mümkün değildi.
Cumhuriyet yönetiminin binlerce kitap basan matbaalarına, yüzbinlerce tirajı olan gazete ve dergilerine, milyonlara ulaşan radyolarına karşı çok basit, çok iptidaî sayılabilecek metodlarla karşı koydu. Alışılmış, genel geçer teknolojileri kullanmadan kendine mahsus ve kadim usüllerle fikirlerini yaydı. Kitapları matbaaları kullanarak çoğaltmak mümkün olmadığı için yazarak çoğaltma yoluna gidildi. Said Nursi’nin düşüncelerini bu şekilde yaymak için nasıl bir gayret sarfettiğini bir mektubundan çıkarabiliriz. “Risale-i Nura intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran ve okuyan, (Risale-i Nur Talebesi) ünvanını alır; ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla ve belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımızda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymetdar binlerce kardeşlerim ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur...”
Elle çoğaltma, ne kadar süratli olunursa olunsun, kütlevi üretimle karşılaştırılamıyacak kadar yetersiz kalmaktadır. Ayrıca toplumda okur yazar olmayanlar da vardır ve çoğunluktadır. Bu noktada da yazılan metinlerin topluca okunması yoluna gidilmektedir. Daha sonra Bediüzzüman’ın talebeleri arasında ortaya çıkan yazıcı-okuyucu farklılaşmasının kaynağı da bu uygulamalardır.
Cumhuriyet döneminde düşünürler yetişmişse, bunlar resmi ideolojinin dışında yer alan kimseler olmuştur. Said Nursi Cumhuriyet döneminde düşünmekten çok başka şeyler de yapmıştır. Bediüzzaman sürgün döneminde rejime karşı etkili fakat ilk bakışta “pasif” olarak nitelenebilecek bir tavır geliştirdi. Onun 1950’lere gelindiğinde bir milyona yakın müntesibi olduğu tahmin ediliyordu.
Dini tefekkür alanında nasıl hem gelenekci hem yenileyici bir konumdaysa, siyaset konusunda da hem politika dışı-hem politik bir konuma sahip oldu. Said Nursi, her ne kadar siyasetin dışında durulması yönünde görüşlere sahip olduysa da yeri geldiğinde tek parti zihniyetini sürdüren CHP’ye karşı DP’yi desteklemekten de geri kalmadı.
Dünyanın geçirmekte olduğu manevi buhrana dikkat çeken Said Nursi, “manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikce yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum... Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” derken, genel öğretisinin dayanağını ortaya koyuyordu. Fakat onun içe dönük bir tarafı vardı ve muhtemelen siyasetle rabıtası buradan geliyordu: “Bana ızdırap veren, yalnız İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor... Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.”
Said Nursî, asgarî şartlarda tebliğini geleneklik metodlar kullanarak gerçekleştirirken, şartlar değiştiğinde kitaplarının, risalelerinin çoğaltılmasına karşı koymadı. 1960’lara doğru risaleleri yayınlanabildi ve böylece yeni bir iletişim dönemi başlamış oldu. Bu onun vefatından bir kaç yıl önceye rastlıyordu. Dolayısıyla yokluğunda sürdürülecek bir tebliğ faaliyetinin araçları belliydi.
Bir taraftan, yeni şartların sağladığı yeni imkânlardan faydalanılırken, öte yandan politik zeminde de yeni imkânlar veya şartlar beliriyordu. Bu şartlara göre hareket etmek de gerekiyordu. Bu yüzden, Said Nursi yaşadığı dönem içinde politik tavırdan hiç bir zaman uzak durmadı. Siyaset mümkün olanın sanatıysa eğer, O mümkün olanı yaparak hayatını tamamladı.
Vefatından sonra ise kendisi için mümkün olmayanlar vuku buldu ve geniş bir politik hesaplaşmanın konusu olmaya devam etti. Cereyan eden hadiseler onun Urfa’da bir makamı olmasını önleyemedi, fakat belirli bir mezarı olmasını engelledi. Muhtemelen bunun da bir hikmeti vardı. Çünkü bilinen bir mezarın nasıl bir ziyaretgâh olacağı ve nasıl ziyaret edileceği ayrı bir mesele teşkil edebilirdi...
Büyük iman ve ilim adamı, mütefekkir Said Nursi vefatının 50. yılında ehemmiyetine yakışır şekilde hatırlanabildi mi? Bu soruya maalesef olumlu cevap veremiyoruz. Said Nursi’yi bugün sadece bir nurculuk figürü olarak takdim etmek, onun önemini gölgelemektedir. Vefatının üzerinden yarım asır geçen ve nesillerimizin hakikate ulaşmasında büyük payı olan bu büyük şahsiyetimize rahmetler diliyorum. (Said Nursi ile ilgili üç günlük yazımız, Türkendülüsiye isimli kitabımızdaki bir bölümün özeti mahiyetindedir.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.