Değişim... Katranı eritsen de, olmaz şeker!
Bu yazıyı okuduğunuz saatlerde, ben “İstanbul dışında” olacağım... Dolayısıyla; bu yazı, “Şok!.. Şok!.. Şok!.. Son Dakika” haberlerinden “kopuk” olabilir... “Gündemden uzak” da olsa, sizleri “yazısız” bırakmamak için, bugün “hikâyeler” anlatacağım sizlere... Hem de, “tam yerine rast geldi, manzara koyduk” türünden hikâyeler... Evet, “güncel gelişmeler”den uzak ama, tam da “gündemin özü”nü yansıtan hikâyeler!.. Herhangi bir “kurum” veya “kişi” adı vermeyeceğim... Ama, “katranı eritsen de olmaz şeker, cinsini sevdiğim insanları cinslerine çeker” ifadesini kimler için kullandığımı gayet iyi biliyorsunuz... Dolayısıyla, bu “hikâye”leri de “onları” düşünerek okuyun!.. Hani, “Her şeyin başı eğitim!.. Eğitim şart” derler ya; unutmayın ki, “katranı eritmek” de, bir anlamda “eğitmek”tir!.. Ama, “eritilen”, dolayısıyla “eğitilen” bir katran, asla “şeker” olmaz!.. Sonuçta, yine “aslına” çeker!.. Aslına, yani “cinsine, özüne, cibiliyetine” ve “gen”lerine!..
“PİYANİST TEMEL”İN HİKÂYESİ
Malûm, bir “Karadenizli Temel” hikâyesi vardır.
Hikâye bu ya; Temel, “Karadenizli” olduğu için “burnu” dahil, görüntüsünden “nefret” ediyormuş... Amerika’ya gitmiş ve birçok “estetik ameliyat”tan sonra burnunu düzelttirmiş, çok iyi şekilde İngilizce öğrenmiş ve “meşhur bir piyanist” olmuş...
Bir gün Carnegie Hall’de bir konser verdikten sonra, salon alkıştan çın çın çınlarken, dinleyicilerin arasından bir ses duyulmuş:
“Helal sana hemşerum, çok iyi çalayusun da!”
Temel; tabiî ki şaşırmış!.. “Acaba nasıl tanıdı” diye düşünüp, daha sonra adamla konuşmuş ve “Benim Karadenizli olduğumu nereden anladın yahu?.. Halbuki Karadenizlilere benzememek için, bir sürü estetik ameliyattan geçtim” demiş...
“Nasıl anlamayayım?” demiş Karadenizli;
“Bütün piyanistler otururken sandalyeyi kendilerine doğru çekerler, sen ise sandalyeye oturup piyanoyu kendine çekeyusun da!!!!!”
Evet, ne zaman “piyano” ve “piyanist” denilse, ne zaman “eğitim şart” denilse, “Karadenizli Temel” gelir aklıma... Kendinden “nefret” eden, “başkasına benzemeye” çalışan ama yine de “bazı özelliklerini kaybetmeyen” Temel...
Öyle ya; eğitim “beceri” kazandırır!..
Ama “cibiliyet” değişmez!..
“EĞİTİMLİ KEDİ”NİN HİKÂYESİ
Madem sözü “cibiliyet”ten açtık, buyrun gündeme uygun bir hikâye daha:
Devrin birinde, “kral”lardan biri, “vezir”lerinden birini çağırır ve sorar kendisine:
“Eğitim mi önemlidir, cibiliyet mi?”
Vezir, “cibiliyet” der ve ekler:
“İnsan, ne olursa olsun, hangi beceriyi gösterirse göstersin, sonunda aslına çeker!..”
Kral, “hayır” der. “Eğitim önemlidir!.. Eğer ben haklı çıkarsam, kelleni kestiririm!”
“Tellâl”lar bağırtıp, “ferman” buyurur:
“Bana, ülkemin en yetenekli hayvan terbiyecisini bulup, getirin!”
Bulurlar, getirirler... Kral, “sarayın kedisi”ni göstererek; “Bu kediyi eğitebilir misin?.. Meselâ, iki ayak üzerinde kahve servisi yapmasını sağlayabilir misin?” der...
Eğitmen, “evet” der ve başlar çalışmaya...
Aradan 3-5 ay geçtikten sonra da, çıkar kralın huzuruna; “Tamam” der, “Kedi, servise hazır!”
Kral, sarayda bulunan herkesi ve elbette “cellât”ları da en geniş salonda toplar... Çünkü kral, “eğitim”in galip geleceğinden emindir!.. “Cellât”ları da salona çağırtır ki, anında “vezirin kellesi”ni uçursunlar!..
Biraz sonra, emreder ve “kedi”nin “kahve servisi” başlar!.. Aaa, o da ne?.. Kedi, gerçekten de salına salına girer salona... İki ayağında tepsi, tepside kahve, beş yıldızlı otelde çalışan “deneyimli bir garson” gibidir!..
Kral, “haklı” çıkmanın gururuyla, hemen yanında duran “vezir”ine döner ve yine sorar:
“Bak, manzara ortada... İşte sana son fırsat; eğitim mi önemli, cibiliyet mi?”
Vezir, hazırlıklıdır...
Cebinde sakladığı “fare”yi kedinin önüne koyduktan sonra, gayet emin bir şekilde cevap verir krala;
“Cibiliyettir haşmetmeab, cibiliyet!”
Vezir, daha sözünü tamamlamadan bir de bakarlar ki; “eğitimli kedi”, elindeki “kahve tepsisi”ni bir kenara fırlatmış, “cibiliyeti” gereği, “fare”nin peşinde koşuyor!..
Eğitim-meğitim hak getire!..
“Asıl kimliğine” dönüyor!..
Bu hikâyenin anafikri:
Siz, siz olun; ortalıkta “alımlı-çalımlı” yürüyenlere aldanmayın!.. Onların “kabiliyet”leri, “fareyi görünceye kadar”dır!..
Anında “gerçek kimlik”lerine dönerler!..
AĞA İLE KÂHYA’NIN HİKÂYESİ
Dedik ya, bugün “hikâye” anlatacağız...
Ortalık, “değişim” ve “devrim” lâflarından geçilmiyor ya; “bu değişimle, neyin değiştiğini anlamak” için, “ağa ile kâhya”nın hikâyesini iyi bilmek gerekir...
Efendim, günün son hikâyesi şöyle:
Ağa ile kâhya, binmişler “araba”ya, çıkmışlar yola.
Kasabaya gidiyorlar.
Giderken; ağa, çok affedersiniz bir “manda boku” görmüş yolun ortasında. Tazecik... Henüz dumanı üstünde!..
Bir cinlik gelmiş aklına...
Hemen kâhyaya dönmüş;
“Şu manda bokunu görüyor musun; işte ondan bir parmak yersen, bütün malım mülküm senin olsun... Altımızdaki şu araba, atlar, öküzler, çiftlik, evler, paralar her şeyim senin olsun!”
Kâhya tereddüt etmiş...
Öyle ya;
Bir yanda bok, bir yanda servet!..
Hem sonra; duyulursa, köylü ne der?..
Sonunda kararını vermiş... İnmiş arabadan, daldırmış parmağını, götürmüş ağzına!..
Ve tabiî, “ağanın tüm mal varlığı” onun olmuş!..
Devam etmişler yola...
Kasabaya varmışlar, alışverişlerini yapıp, dönmüşler köye doğru.
Dönmüşler ama, “ağa”nın içinde bir sıkıntı...
Dile kolay; “bir parmak bok” uğruna her şeyinden olmuş!..
“Mal” da yok elinde, “mülk” de!..
“Ağalık” da gitmiş elinden...
Hem sonra, köylüye ne diyecek, nasıl izah edecek?..
Evet, ağa sıkıntılı... Ama, “kâhya” da sıkıntılıymış...
“Nerden yedim bu boku!” diye hayıflanıyormuş...
İkisinin yüzü de asık...
İkisi de pişman yaptıklarından...
Derken, aynı yere gelmişler...
Kâhya, aniden dönmüş ağaya:
“Ağa” demiş, “şu ilerideki manda bokunu görüyor musun; işte ondan bir parmak ye, bütün mal varlığım senin olsun!”
Ağanın canına minnet!..
Hızla inmiş arabadan, koşa koşa gitmiş boka doğru.
Evet, o da daldırmış parmağını, götürmüş ağzına!..
“Ağalık” da dönmüş geri, “mal-mülk” de!..
İkisi de sevinçli...
İkisi de mutlu...
Ağa, kâhyaya dönüp şöyle demiş:
“Yahu kâhya; bu araba, giderken de benimdi, şimdi de benim... Şan-şöhret, mal-mülk, giderken de benimdi, şimdi de benim!.. Ben ağa idim kasabaya giderken, sen kâhya... Şimdi de öyle... Yani, değişen bir şey yok!.. Yine başa döndük!..
İyi de;
Biz bu boku niye yedik?”
Sahi, “değişen” bir şey yoksa;
Bu boku neden yediler?..
Bugünlük de bu kadar!..
=================
“Ben acıların çocuğuyum!”
Herhalde hatırlarsınız... Emrah’ın “Küçük Emrah” olduğu yıllarda söylediği bir şarkı vardı... “Ben acıların çocuğuyum” isimli şarkı, o yıllarda hayli ilgi görmüştü...
Şimdi, Emrah, “kocaman adam” oldu...
Sanıyorum o şarkıyı da söylemiyor artık...
Ama, başka “kocaman adam”ların dilinde hâlâ o şarkı!..
Meselâ, HEPAR Genel Başkanı Osman Pamukoğlu demiş ki;
“Türkiye’nin içinde bulunduğu acı tablo, beni siyaset yapmaya mecbur etti!”
Doğrudur, kendisi hep “acı” zamanlarda bir şeyler yapmaya mecbur olmuştur... Meselâ, Güneydoğu’da “terörle mücadele” edecek “general” bulunamadığı, insanların “acı ve gözyaşı” ile kavrulduğu günlerde, bir “albay” iken, hemen “general” yapılmış ve Güneydoğu’ya gönderilmişti...
Osman Pamukoğlu; “terör”den sonra “siyaset”te de görev aldığına göre, kendisine pekalâ “acıların çocuğu” diyebiliriz!..
Ama, bir şartla... Kendisi “tek başımıza iktidar olacağız” umuduyla siyaset yapıyor... Hani, diyorum ki; “binde buçuk” filân oy alırsa ne yapacak?.. Yine, “Ben acıların çocuğuyum” şarkısını söylemeye mi başlayacak?