Gülü gülümseten söz ne idi?

Gülü gülümseten söz ne idi?

Rum Kayseri'nden, Medine'de Ömer'e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi. Medine halkına "Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim" dedi. Halk dedi ki: "Onun köşkü yok; Ömer'in köşkü ancak aydın canıdır."

Bu yepyeni sözler, Rum elçisini şevke getirdi, Ömer'i görmek iştiyakı arttı. Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.

Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer'i aradığını anlayıp "İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör" dedi.

Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer'i görünce titremeye başladı. O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hâl geldi. Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü. Kendi kendine,

"-Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. Bu adam silahsız, kuru yerde yatıyor; benim bütün âzâm tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet Hak'tan, halktan değil; bu heybet şu abalı adamdan gelmiyor." dedi.

Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer uykudan uyandı. Elçi Ömer'i tazim etti, ona selâm verdi. Peygamber "Önce selâm sonra kelâm" demiştir. Ömer, selâmı alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu. Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar. Korkusu olmayana nasıl "korkma" dersin?

Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı. Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı'nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı.

Ömer elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı; o yabancı çehreli zâtı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı. Elçi, "Ya Emirülmü'minin! Can yücelerden yere nasıl indi? Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?" diye sordu. Ömer dedi ki:

-Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi. Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar. Yok olanlar, onun afsunu ile varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.

Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi. Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi parladı.

Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler yüzüne yüzlerce perde iner. O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır. Toprağın kulağına ne söyledi ki murakabeye vardı, dalgın bir halde kaldı! Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muammâ söylemiştir. Bu sûretle onu iki şüphe arasında hapseder. "Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?" der. İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak'tandır.

Ömer'den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi. Sual de mahvoldu cevap da... Hatadan da kurtuldu, doğrudan da. Aslı anladı, fer'îlerden geçti... Hâtırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber. Tanrı kudretine karışıp hayran olup kaldı; makama erişip sultân oldu. Sel denize kavuştu, deniz oldu. Tane, ekinliğe vardı, ekin oldu.

Bu kıssa, Mesnevî'nin ilk cildinden, Veled İzbudak tercümesinden. Mecbûren kısalttım. Dün, beş arkadaş Allah ne verdiyse bir kahvaltı sofrası etrafında toplandık; en leziz taam, içimizden birinin hatırlattığı "Hz. Ömer'le Rum Elçisi Kıssası" idi. Bölüşürsek çoğalır diye naklediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi