Solun ne mal olduğunu gördük...
Solun ne mal olduğunu gördük, şimdi sıra sağda
Başbakan Erdoğan, yüksek yargıyı kastederek, "Yargı artık güvenilirliğini yitirmişti" dedi ya geçen gün... Başbakan ile aramda iki yıllık fark var.
Ben içimde kalan son güven kırıntılarını tam olarak 5 Haziran 2008 günü kaybetmiştim.
Anayasa Mahkemesi üniversiteye kıyafet serbestliği getiren 10 ve 42'nci madde değişikliklerini iptal ettiğini o gün açıklamıştı.
Bu bir hukuk katliamıydı.
Anayasa'nın 148'inci maddesi, bizzat Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından çiğnenmişti.
O gün açıkladığı kararla AYM iki Anayasa suçu birden işlemişti:
1) Anayasa'nın 148'inci maddesini çiğnemişti.
2) Meclis'in yasa yapma yetkisini gasp etmişti.
Meclis'in Anayasa maddelerini değiştirme hakkı elinden alınmıştı. Meclis'in iradesi o gün itibariyle AYM'ye bağlanmıştı.
Meclis artık yasama yetkisini, AYM izin verdiği ölçüde kullanabilirdi.
İşte yüksek yargıya olan güvenimi ben o gün tam manasıyla yitirdim.
Mevcut yüksek yargı, "hukuku işleterek adaleti sağlamak" amacıyla çalışmıyordu.
Tek amacı vardı: Belli bir zihniyetin egemenliğini sürdürmek. O kadar!
***
5 Haziran 2008 günü bir şey daha oldu: Meclis'e olan güvenim de sarsıldı.
Çünkü o karardan sonra partilerin bir araya gelerek, AYM'ye "Haddini bil, benim kararımı nasıl yok sayarsın... Sen varlığını bir yasaya borçlusun ve o yasayı yapan da benim" demesini bekledik.
CHP'nin "hukuk ve demokrasi" diye bir derdi bulunmadığını, Kemalist bürokrasinin maşası olduğunu, Ergenekon şebekesinin avukatlığını yaptığını zaten biliyoruz.
Biz demiyoruz, kendileri söylüyor.
Buna karşılık AKP, MHP ve DTP'nin (şimdiki BDP) bir araya gelerek, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin onurunu ve yetkilerini savunmaları gerekiyordu.
Yapmadılar. Yapamadılar.
Aşağılanmayı kabullendiler.
Meclis'e seçilmelerinin en birinci sebebini göz ardı ettiler: Yetkilerinin gasp edilmesine ses çıkarmadılar.
***
Bugün yüksek yargının diğer organlarında da vahim bir çürümüşlüğü görüyoruz.
Kurumlara, adaleti sağlama ahlakı yerine, belli bir zihniyete sahip olanları, yani "yandaşları" koruma ve kollama kaygısı hâkim.
Ortalığa saçılan telefon konuşmaları, rezil bağlantıları ortaya koyuyor.
Planlar çizilmiş, tezgâhlar kurulmuş: "Şöyle yapalım, böyle yapalım" diyerek adalet ipotek altına alınmış.
İşin en vahim tarafı şu:
Adamların tezgâhı ortaya çıkıyor.
Ama onlar planlarını uygulamaya fütursuzca, yüzsüzce devam ediyor.
Yani hiç utanmaları yok.
Yüzleri asla kızarmıyor.
Deli Dumrul zihniyetine sahipler.
Kravatlı haydutlar!
Okumuş çeteciler!
Diplomalı gaspçılar!
***
Böylesine derin bir haksızlığa karşı ne yapılabilir?
1) Olaya "uzun vade" perspektifinden bakılır: Otoriteye saygı gösterilir. Zulüm yapanlar ikna edilmeye çalışılır. "Bugün yenildik ama yarınlar bizimdir" denilir. Bağra taş basılır.
2) Her türlü araç kullanılarak mücadele edilir. İcabında Makyavelcilik yapılır; göze göz, dişe diş politikası uygulanır.
Yukarıdaki seçeneklerin "doğrusu" yok.
Tercihi meşrep belirliyor.
Süreç Türkiye solunun devletçi ve statükocu olduğunu gösterdi.
Sağın ne mal olduğunu yakında göreceğiz.