Hayat hüküm altındadır
Hayat girift, ama kısa bir mektuptur aslında... çabucak okunuyor, fakat çabucak kavranamıyor, özüne kolaylıkla ulaşılamıyor.
Hayatın özüne ulaşıncaya kadar yalpalıyor, insan... Her doğruya bir tereddüt çakıyor, her mükemmele bir “tesadüf” kulpu takıyor.
İlk bakışta “tesadüf” gibi görünen kimi olguların, aslında tüm ayrıntıları hesaplanmış ince bir plân olduğu gerçeğine ulaşıncaya kadar yalpalayan gençliğinize yanar da yanar yüreğiniz.
Nihayet ekolojik dengede kendini açığa vuran ezeliyet sırrının tesadüflerle örülmüş değil, derin bir ilim, kudret ve hikmetle oldurulmuş fevkalâdelikler (bu mükemmelliği ifadeye kelime dağarcığım yetmiyor) olduğunu fark edersiniz.
Anlamaya başlarsınız ki, hayat kâinatı saklıyor içinde. Hayata ve kâinata saygı duymaya başlar, getirdikleri ve götürdüklerinin ortasında İlâhî hikmetin parıltısını yakalarsınız: “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer suresi, 49. âyet)
Sonra, “Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın” diyen Rahman sûresinin 7. ve 8. ayetleri çıkar karşınıza; bozulan ekolojik denge ile birlikte, kendi dengenize de yanarsınız.
Yaş ilerleyip bilgi biriktikçe (sadece bilgi biriktirenler için geçerlidir) hayatın sırrı çözülür gibi olur. Yaradılışın özündeki mucizeyi görmeye başlarsınız. Birden fark edersiniz ki, “zincirleme reaksiyon” sandığınız şey, aslında zincirleme yardımlaşmadır.
Bunu keşfettiğiniz gün, hayatı “mücadele” sayan anlayışın beyninize ve yüreğinize dayattığı “iç savaş” biter. Kâinattaki bütün varlıklar barışır, anlamsızlıklar birer mânâya kavuşur…
Rüzgârın neden estiğini, denizin neden dalgalandığını, suyun neden buharlaştığını, gülün neden açtığını kavrarsınız. Hayatın gerçeği açılır önünüzde, kapısından içeri girersiniz. Ve çocukluğunuzdan beri belki ilk kez derin bir nefes alırsınız. “İnsan olarak yaratıldığıma şükür” demek gelir içinizden.
Söyleyin, hem de defalarca şükredin! Hiç yaratılmamış olmak mümkünken yaratılmak, üstelik de başka bir şey olarak değil, insan olarak yaratılmak büyük bir mazhariyettir…
Yaratıcı Kudret tarafından seçilmiş olduğumuz anlamına gelir bu. Hele bir de sanatçı duyarlılığınız varsa, anlarsınız ki, “İnsan önce kendini okumayı öğrenmeli” diyen Mevlâna ile, “Kur’an Kitab-ı Kebir’i kâinatı okuyor” diyerek, insanı hem kâinat, hem de Kur’an’la bütünleyen Bediüzzaman aslında aynı kitabın sayfalarıdır… Aynı amaçla aynı istikamete yürüyen iki insan sevdalısıdır... Bu gerçeği anlar ve onları yıllar ötesinden selâmlama ihtiyacı duyarsınız. Benliğiniz kendiliğinden coşar… Elleriniz kendiliğinden açılır… Yüreğiniz kendiliğinden dillenip duada sonsuzu soluklanır:
“Ya Rab!.. Ezeli hasretimize ulaştır bizi!..”
Dua, bütün kapıların yüzünüze kapandığını zannettiğiniz en ümitsiz demlerde ardına kadar açık tek münacat ve iltica kapısıdır. Cenab-ı Hakk’a bir arz-ı hal, Cenab-ı Hakk’la bir mükâlemedir. (Konuşma) Ne diz çökmek zordur, ne el açmak, ne de istemek. Bir şeyi böylesine rahat ve masrafsız başka hiçbir makamdan isteyemezsiniz. İnanıyorsanız gerçekten, Allah’ın huzurunda duyduğunuz huzuru başka hiçbir yerde duyamazsınız.
İnanan insanın zaten duadan, münacattan ve Allah’a ilticadan başka istikameti yoktur...
•
Hazin ki, zaman zaman sebeplere tıkanır insan, “sebep perest” bir anlayış içinde olayları yorumlamaya kalkışırız. Oysa her şey hükme tabidir.
Bunu bile bile, buna inana inana, kimi zaman, olayların “hikmet ciheti“ni ıskalarız. Gelişmeleri yalnızca sebepler silsilesi içinde ele alır, böylece farkında olmadan bir bakıma sebep perestlik yaparız. Böylece hem kendi içimizi karartırız, hem de çevremize ümitsizlik bulaştırırız.
•
Kürsüde “inançlı” olarak tanıdığımız bir adam bağıra bağıra umutsuzluk saçıyor: Ona göre “Her yer karanlık!” Hepimiz yanmış, yıkılmış, mahvolmuşuz…
• Yahudisi, siyonisti, masonu etrafımızı öyle bir sarma sarmış ki, artık kıyamete kadar kıpırdayamazmışız...
• Bize ve tüm dünyaya Amerika hükmediyormuş; Amerika istemedikçe kimse adım atamıyormuş...
• Ahlâksızlık almış başını gidiyormuş. Boyuna meyhane açılıyormuş. İnsanlar ha bire yalan söylüyormuş. Her şey kıblenin tersine gidiyormuş...
• Şimdiki gençlerle bir şey yapılamazmış, Türkiye’nin bu yüzden geleceği belirsizmiş…
Ne Allah’ın hesabını hesaba katıyor, ne sebeplerin ötesine geçiyor, ne tevekkülü hatırlıyor, ne dua kapısını açıyor…
Madem ki her şey Allah’ın kontrolünde, madem ki O'nun izni olmadan ne semavî, ne arzî hiçbir hareket olmaz; dertlenmek neyin nesi?
Tedbirimizi alıp duamızı ederek hükme râm olmak varken, kendimizi neden sıkıntılara, hatta mihnetlere sokalım?
Belki bazıları bana “kaderci” diyecekler. Olsun: Kaderci olmak, esbap perest bir isyancı olmaktan çok daha iyidir.
Kısacası, hüküm altında olduklarına gerçekten inananlar ne korkar, ne de ümitsizliğe düşer.
Sadece elden geleni yaparlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.