Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Ufkunuzda ne var?

Ufkunuzda ne var?

Çoğumuzun ufkunda AKP, yahut CHP var… Ya da “geçim derdi”…
Engin ufuklu olamıyoruz bir türlü…
Zengin hayallerimiz de yok…
Tabiatıyla, dünyamız kısır kalıyor.
Üstelik dünyamızı değiştirecek atraksiyonlar yapamıyoruz.
Mavi Marmara gemisiyle ölümüne Gazze’ye rota tutanları işte bu yüzden çok takdir ettim…
O gemideki kardeşlerimiz önce kendi sınırlarını kırdılar…
İşte bu yüzden dünyayı salladılar!
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes…
“Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!” dedirttiler.
Bazen bir kişi, bazen birkaç kişi gidişatı değiştirebilir. Bunu tarihin içinde çokça görüyoruz.
*
Hiç düşündünüz mü: Diyelim ki Kayı Aşireti’ni ortanca kardeş Ertuğrul Gazi yerine ağabeylerinden Gündoğdu Bey, ya da Sungur Tekin yönetseydi, tarihimiz nasıl değişirdi?
Muhtemelen Osmanlı Devleti tarih sahnesine hiç çıkmaz, Bizans yıkılmaz, onca zafer kazanılmaz, Süleymaniye ve Selimiye gibi muhteşem eserler inşa edilemezdi.
Çünkü ağabeyleri Gündoğdu Bey’le Sungur Tekin, Ertuğrul Gazi’ye gelip geri dönme teklifinde bulunmuşlardı. Ertuğrul Gazi’nin cevabı hedef sahibi insan olmanın ne anlama geldiğini açıklıyor:
“Ötelere gideceğiz, deryayı (denizi) geçeceğiz ve inşaallah devlet olacağız!”
O tarihte bile Ertuğrul, Bizans’ı fethe kilitlenmişti. Bunun için denizi geçmesi gerekiyorsa geçecekti. Bizans’la kavgaya tutuşması gerekiyorsa tutuşacaktı. (Eminim Bizans’ın feth edileceğine dair olan Hadis-i Şerif yürek pusulasına dönüşüp Ertuğrul Gazi’ye yol gösteriyordu) O da Aşiretine yol gösterdi.
Ertuğrul’un ufkunda büyük bir hedef vardı: Hedef devlet olmaktı. Bu uğurda her türlü zorluğa ve meşakkate katlanmaya da gönüllüydü. Ve tüm arkadaşlarını bu çerçevede motive ediyor, onları her fırsatta yüreklendiriyor, kendisi gibi hedefe kilitlenmelerini sağlıyordu.
Tam bu sırada ummadığı bir zorluğa toslamış, emellerinin önünü ağabeyleri kesmişti. (Bu noktada hatırlatmadan geçemeyeceğim ki, iki tür insan vardır: Birinci tür insan kendine uzak-yakın hedefler seçer, hamle üzerine hamle yapar, şartlar ne olursa olsun teslim olmaz, gerektiğinde hedefine kilitlenir ve sürekli tırmanır.
İkinci tür insan tipinin ise bir hedefi yoktur. Hedefsiz yaşamaktan tatmin olmadığı için de başkalarının hedeflerini şaşırttırmaya çalışır. Başarıyı başkalarının muhtemel başarılarını engellemekte arar. Tırmanmaya çalışan hedef sahibi insanların ayaklarına dolaşır. Neden tırmanmaması gerektiği konusunda ikna etmek ve caydırmak ister. Böylece onu da kendi seviyesinde tutacak ve başarılı örneklerin çok azaldığı bir ortamda gönül huzuruyla yaşayacaktır. Ertuğrul Gazi birinci türün, ağabeyleri de ikinci türün örnekleridir)
Ertuğrul Gazi’nin ağabeylerinin ufkunda devlet yoktu. Uzun süren yolculuktan bıkmışlar, geri dönmeyi kurtuluş çaresi gibi görmeye başlamışlardı. Bu görüş çerçevesinde ağabeylerinden biri Ertuğrul Gazi’ye şöyle çıkıştı: “Derya diye tutturursun lakin deryanın suyu tuzludur; içilemediği gibi, hayvan ve bitki sulamaya da elverişli değildir.”
Ertuğrul Gazi’nin ağabeylerinin tüm ufku çiftçilik ve hayvancılıkla sınırlıydı. Hayalsiz ve ütopyasız yaşıyorlar, “bahane” olarak da “şartlar”ı kullanıyorlardı. Sonuçta Ertuğrul Gazi ile ağabeylerinin arasında büyük bir tartışma çıktı. Ağabeyleri fikirlerinde ısrar ettiler. Nihayet aşiretin yarıdan fazlasını yanlarına alıp geriye, geldikleri topraklara dönmek üzere yola çıktılar. Ertuğrul Gazi ise atının başını Bizans istikametine çevirip Söğüt’e yerleşti.
Ötesi malum: Dönen ağabeylerinden hiçbir tarih tek cümle olsun bahsetmiyor. (Muhtemelen Moğol çapaçullarının hücumuna uğrayıp tükendiler) Bizans yakınlarına yol tutan Ertuğrul Gazi ve arkadaşları ise büyük bir tarih yazdılar: Osmanlı Tarihi.
Artık rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Ufkunuzda ne varsa, o olursunuz!
*
Şimdi de Ankara Savaşı (Timur’un Yıldırım Bayezit’i yendiği savaş) sonrasını hatırlayalım...
Timur galip geldi. Anadolu’yu yağmalamakla kalmadı, Bursa’daki devlet hazinesini aldıktan sonra tüm devlet arşiviyle birlikte yaktı. Ayrıca Osmanlı Devleti’ne bağlı Anadolu beyliklerini de hortlattı. Nihayet Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile iki oğlunu (Osmanlı kaynaklarının “Düzmece Mustafa” olarak isimlendirdiği Şehzade Mustafa ile Musa Çelebi) yanına alarak Asya steplerine döndü.
Durum o kadar vahimdi ki, “şartlar” ve “sebepler” penceresinden hayata bakanlar, Osmanlı Devleti’nin bir daha dirilemeyecek şekilde çöktüğünü düşünüyorlardı.
Tarihimizde “saltanat-ı fasıla”, yahut “fetret devri” olarak anılan kargaşa devri tam on yıl sürdü. Olanlar yetmemiş gibi, Osmanlı Devleti, bu on yıl müddetince kardeş kavgalarında tükendi. Nihayet Çelebi Mehmet tekrar birliği sağladı ve “İkinci Kurucu” olarak selamlandı.
Neden diğer kardeşlerinin (Süleyman, Musa, İsa, Mustafa Çelebiler) başaramadığını Mehmed başarabildi dersiniz?
Çünkü diğer kardeşler bir kez daha büyüyüp güçlenmenin artık “imkansız” olduğuna inanıyor, bu yüzden Osmanlı Devleti’nden arta kalan küçük bir toprak parçasında hükümdarlık yapmaya razı oluyorlardı.
Çelebi Mehmed ise “Ya hep, ya hiç” diyordu; “devlet taksim kabul etmez; ya atalarımın hüküm sürdüğü tüm topraklar, ya da bir avuç topraklık bir mezar...” Diyeceğim şu: Aşk olmayınca meşk olmuyor.
“Oluş” çizgisinde “birey”in önemini artık kavramamız lâzım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi