İstikbal-i Tura’dan Bi’r Sab’a Hapishanesi’ne
Esasen hayatımın sırlı alanlarına hiç girmeyecektim. Lakin Sağlık Elemanları Vakfı’nın her yıl yaza girerken mutat veçhile yaptığı, gemiyle Boğaz turu sırasında ben de genel istek üzerine Mavi Marmara olayına temas ettim. Başımdan geçenleri anlattım. Mavi Marmara sularında Mavi Marmara gemisine değindik. O gece, 2002 yılında birlikte hac ettiğimiz doktorlardan birisi geçmişime gönderme yaptı ve B’ir Sab’a Hapishanesi’yle Mısır’da kaldığım hapishaneler arasında bağ kurdu. Yoksa bu meseleye temas etmeye niyetim yoktu. Hem İstikbal-i Tura Hapishanesi hem de Bi’r Sab’a Hapishanesi’ne girişimin asıl nedeni ve merkezinde kuşku götürmez bir biçimde İsrail yer alıyor. Benim gibi hiç alâkasız bir adam bile bu şekilde İsrail’in bölgedeki varlığından dolayı zarara girebiliyor. Hayatımda iki-üç defa Medrese-i Yusufiye deneyimi yaşadım. İki-üç defa diyorum, gerçekten de hem iki hem de üç sayılabilir. Zira ikincisi birincisinin devamı niteliğinde idi. 12 Eylül sonrasında Mısır’da başladı ve Türkiye’de bitti. Meseleye girmeden kısa bir mukaddime yapmak istiyorum. Benim İsrail’le doğrudan hiç ilişkim ve irtibatım olmadı. Lakin İsrail hep önümü kesti ve bunu da kaderimin cilvesi olarak kabul ediyorum. İkincisi, hayatta önümü kesen ve kariyerime mani olan İsrail olduğu gibi ayrıca dolaylı olarak Filistinlilerin kaderini paylaşmış oldum.
Enver Sedat’ın katlinden aylar önce (4 ay olabilir) merhum Ali Ulvi Kurucu’nun damadı ve Almanya’dan dostumuz Hayrettin Bulut, bir telgrafla Kahire’ye geleceğini ve saat 18.00 sularında kendisini karşılamamı istiyordu. Avare bir arkadaşı da yanıma katarak karşılamaya gittim. Lakin 20.00’ye kadar beklediğim halde gelen giden olmadı. Tam alandan ayrılacaktık ki; beklediğimiz misafir iki kişi olarak belirdi ve çıkageldi. Yanında da merhum, ameliyat masasında yitirdiğimiz Almanya Milli Görüş eski başkanlarından Kerküklü Yusuf Zeynelabidin Bey vardı. Zihnen onların kalabileceği bir otelin arayışında idim, birden ‘Hangi oteli tavsiye edersiniz?’ diye sordular. İrkildim, aslında onlara tam ‘Öğrencilerin yakınında olmasın ve Nil kenarlarında öğrencilere uzak bir otel olsun’ diyecekken yanımda getirdiğim arkadaş boşboğazlıkta bulundu.
¥
Öğrencilere yakın olması hasebiyle Han Halili Oteli’ni zikretti. Ben de içlerine bir kurt düşmesin diye sesimi çıkarmadım. Ama onların içine bir kurt düşmese bile bu defa benim içime bir kurt düştü. Zira sakındığım şey başıma gelecekti. Tedbir düşmüş, kader devreye girmişti. Öğrencilerin çevresi tekin değildi ve aralarında Muhaberat’la ilintili ve irtibatlı insanlar veya muhbirler vardı. Öğrencilerin bulunduğu mekân tarassut altındaydı. Eski öğrenciler bu açıdan çok ihtiyatlı davranırlardı. Hatta Ebha’da hocalık yaparken, bir trafik kazasında vefat eden usul-i fıkıh dalında vaktiyle Ezher’de doktora öğrencilerinden ve Mehmet Âkif’in kaldığı Ebu’z Zeheb’in son Türk sakinlerinden olan Mehmet Akkaya da kahvede sohbet ederken Yahudileri kastederken hiçbir biçimde Beni İsrail veya Yahudiler sözünü kullanmazdı. Onun yerine ‘Musa Oğulları’ derdi. Kamuflaj yapardı. Aşırı ihtiyatlı davranırdı. Bizi bir yabancı kulak veya muhbir kulak dinleyebilirdi. Olan oldu ve biz Hayrettin Bulut ve onunla birlikte gelen Yusuf Zeynelabidin’i, Han Halili’ye yerleştirdik ve akşam da Londra’daki Türkyard gibi Revakk el-Etrak olarak anılan Türklerin kaldığı yere geldiler ve bizim odada ilanen öğrencilerle sohbet yaptılar. Esasen normal bir ülkede bunun ne mahzuru olabilir? Lakin İsrail’in varlığı bütün bölgeyi ve ülkeleri kavuruyor ve anormal hale getiriyor. Yılsonu imtihanları olduğundan ben derslere ve imtihanlara gömülmüştüm ve onları da beraberimde havaalanına getirdiğim arkadaşa emanet etmiştim, zira o henüz dil öğreniyordu.
Onların yanlarına kattığımız rehber arkadaşla birlikte İskenderiye’ye gittiklerini sanıyordum.
¥
Ertesi gün olmalı, arkadaş öğleden sonra saat 16.00’da bana geldi. Lakin anormal bir hali vardı ve titrer bir vaziyetteydi. Ne olduğunu sordum. İskenderiye dönüşü otelde Hayrettin Bulut ile kendisini yakaladıklarını ve kendisini sorguladıktan ve dövdükten sonra bıraktıklarını söyledi. Hayrettin Bulut’un da içeride olduğunu ifade etti. Bunun üzerine düşündük ve Ahmet Kocaer’e danışmaya karar verdik. Fazla yapabileceğimiz bir şey yoktu ve Ali Ulvi Kurucu’ya telgraf çektik. Galiba onu yaptık. Ardından İsmail Cerrahoğlu gibi ilahiyat hocaları Kahire’ye gelmişlerdi ve Cerrahoğlu ile tanışmış ve beni kaldığı oteline davet etmişti. Nil köprülerinden birisini geçerek otele doğru ilerlerken benim için beklenmedik bir şey oldu. Adeta ağzım açık kaldı. Baktım, hiç haber alamadığımız Doktor Hayrettin Bulut, eşiyle birlikte köprünün diğer tarafından geçiyordu. Hem içimden kızdım hem de sevindim. Kızdığım mevzu, haber alamayışımızdı ve bundan dolayı da üzülüyorduk. Bizi habersiz keder içinde bırakmasına doğrusu içerlemiş ve kızmıştım. Kızgınlığımdan dolayı da kendisine haber atmak istememiştim. Cerrahoğlu’nu otelde bulamadan geri döndüm. Lakin Hayrettin Bulut’tan bir şekilde emri vaki suretiyle de olsa haber almamız ayrıca bizi sevindirmişti. Hayrettin Bulut, Medine’ye yerleşmek üzere aslında Kahire’de işçi vizesini bekliyordu. 12 Eylül mevzuatından dolayı bunu Türkiye’de yapmak istememişti. Lakin başına da bunlar gelmişti.
Zihnim rahatlamış olarak imtihanları bitirmiş ve Almanya’ya gitmiştim. Almanya’da yaklaşık 4 ay kadar kaldım. O yıl galiba benim dışımda Türk öğrenciler arasından sadece bir-iki kişi Almanya’ya gidebilmişti. Bu da dönüşte Muhaberat’ın dikkatini çekecekti. Dönüşte Kahire karnavalı başlıyordu. Nereden bilecektim?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.