Gündüz güneşi kaybettik gece ay ışığına gerek kalmadı
Silahlanıp dağa çıkan teröristlerin cesetleri, istekleri halinde ailelerine teslim ediliyor.
Edilmeli de...
Bu bir insanî görevdir...
Diri başkadır, ölü başkadır...
Hele de ölen Müslümansa, daha başkadır...
Bediüzzaman’ın mezarını içimizde bilen var mı?..
Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının mezarı biliniyor...
Bilinsin, ben bilinmesin demiyorum...
Ya Abdülmecid?
Osmanlı’nın son halifesi...
Son nokta.
Son gözyaşları...
Hadi padişahı tahttan indirdiler neyse de, bir de ülkesinden sürgün cezası insanlığın bir başka kara sayfası, kara leke değil midir?..
Ülkesine hasret, toprağına hasret, iklimine hasret, suyuna hasret...
Dünyanın hiçbir yerinde bu denli kara sürgün görülmemiş, canisine, eşkıyasına bile ülkesini terk etme cezası uygulanmamış...
Abdülmecid önce azledildi, sonra da maiyeti ile birlikte Çatalca’dan trenle zoraki yolculuğa mecbur edildi. İstikamet İsviçre’nin Leman Gölü kıyısındaki Territet Oteli...
Kaynaklardan nakledildiğine göre, trene bineceği esnada Musevi olan İstasyon amiri koşarak masum padişahın eline sarılmış ve de öpmüş.
“Ah Osmanlı, sen olmasaydın, İspanya Kralı bizim kökümüzü kazımıştı...”
Bazı insanların “keşke kazısaydı” dediğini duyar gibiyim ama Osmanlı’nın kitabında öyle yazmıyordu. İnsanlık yazıyordu...
Bana da Paris’te büfeden bilet alırken bir Ermeni hanım öyle söylemişti:
“6-7 Eylül olayları nedeniyle İstanbul’u terk etmek zorunda kaldık... Benim ülkem İstanbul’dur. Babam, annem, dedem hep oralıyız... Osmanlı Ermenisi’yiz... Ben Hıristiyan’ım ama günde beş vakit okunan ezan sesleri kulaklarımda çınlıyor... Evimizde hâlâ Osmanlı şarkılarını dinleriz... Aramızda Türkçe konuşuruz... Osmanlı Ermenisi olduğumuz için diğer Ermeniler bizi farklı görürler...”
Çok duygulandım, yanımdakiler de benim gibi duygulandılar...
Meclis-i Mebusan’da 2. Abdülhamid azledilirken tek bir kişi muhalefet etmiş ve de ayağa kalkarak bağırmış: “Ayıptır, günahtır, devrin padişahına kıymayın...”
Oradakiler:
“Hain Ermeni, kanı bozuk, satılmış...” diyerek Ermeni mebus olan şahsa saldırdılar.
Oturumdan dışarı attılar...
Osmanlı da ülkesinden dışarı atıldı.
Şimdilerde nereye gitseniz hep Osmanlı’yı duyarsınız...
Balkanlar öyle der...
Ortadoğu öyle der...
Kuzey Afrika öyle der...
Uzakdoğu Müslümanları öyle der...
Elin Ermeni’si ülkem diye İstanbul derken, biz de Osmanlı’nın son halifesini kedisinden aşçısına varıncaya kadar trene bindirip İsviçre’nin dağlarına sürgüne gönderdik.
Bundan sonrası daha da vahim.
Göl kenarında bir otel içerisinde sürgün Osmanlı Padişahı.
Gönderde Türk bayrağı.
Otel müdürü padişahı görünce gönderin birisine bayrağı çekmiş.
Bu da Osmanlı’ya karşı bir başka saygının ifadesi...
Abdülmecid, Fransa’dan sığınma hakkı istemesi sonucu Paris’e yerleşti.
Sıkıntı, üzüntü, yokluk, çile derken nihayet ecel gelip çattı...
23 Ağustos 1945’de vefat ettiğinde Türkiye’nin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi.
Türkiye’den izin gelecek de vasiyet üzere cenaze İstanbul’a defnedilecekti.
Ama ne mümkün...
Bekle dağların dumanı sinsin, denizlerin azgın dalgaları yatışsın...
Dirisini dışarı atan, ölüsünü kabul eder mi?
Padişah’ın cenazesi on yıl ortalıklarda dolaştı...
Sonuçta 30 Mart 1954’te kemikleri Medine’ye ulaştırılarak kılınan akşam namazını müteakiben defnedildiyse de bu sefer de Vehhabi zihniyeti mezarını dozerle düzelterek üzerine kitabe konulmasına da müsaade edilmedi... Osmanlı’nın son hatırası bir darbe de oradan yedi...
Öyle oldu...
O bir güneşti kayboldu...
Ay ışığı karanlıklarda aransa kime ne...
Kime ne ölüye mezar...
Kime ne yıkılmak ve de yok olmak....
Onlar öyle gittiler...
Tarihin altın sayfalarını da götürdüler...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.