Mısır’ın Kandıralıları
Muhaberat’ta Amma Faruk (Faruk Amca) ile tanışmıştık. İstikbal-i Tura’da ise nasibimize Ammu Hasen (Hasan Amca) düştü. Onunla tanıştık. Son sıralarda gergin ve asabi olmuştu. Giderek içine kapanmıştı. Sürekli sürtüşme halindeydi. Durumuna bir anlam veremiyorduk. Meğerse işin rengi farklıymış. Zira ailesi ve çocukları dışarıda yapayalnız kalmış ve kendisi hiç dahli olmayan bir meseleden dolayı buraya tıkılmıştı. Ve bir de örgüte yardım ve yataklıktan dolayı yargılanacaktı. Kendisine en ağır gelen husus buydu. Örgüt elemanları onun şehamet ve babalığından istifade etmişler ve arazisinde atış talimleri yapmışlardı. Ammu Hasan bütün bunları bir örgüte sempatisinden ziyade babalık ve şehamet duygusuyla yapmıştı ve dolayısıyla dolduruluşa geldiğine inanıyordu. Bütün bunları mertlikten dolayı yapmıştı. Lakin örgütün açığa çıkartılmasından sonra o da yaka paça derdest edilerek buralara kadar getirilmişti. Bundan dolayı anlam veremediğimiz hareketlerde bulunuyor ve hücrede huzursuzluk kaynağı oluyordu. Adam tam bir fellahtı. Yani işinde gücünde bir Saidli idi. Mısır’ın Kandıralıları Saidlilerdir ve onlar hakkında bol miktarda fıkra duyabilirsiniz. Suriye’de Humuslular neyse Mısır’da Saidliler odur. Bir farkla ki, Saidliler Humuslular gibi değil, bayağı kabadırlar. Bedavetlerini veya köylülüklerini anlatmak için bin bir hikaye uydurulur. Hücrede sabah namazı kalkılıyor ve dersler yapılıyordu. En fazla okuduğumuz şey Kur’an-ı Kerim’di. Onun dışında zaten içeride başka bir kitap bulundurulmuyordu. Sabah namazından sonra ezkar ve derslerden sonra dinlenmek isteyen yeniden uzanıyordu. Lakin pörsümemek için dinamizm muhafaza ediliyordu. Günde bir saat kadar oda temizliği için dar koridora çıkıyorduk. Sağ olsun Mısırlılar temizlik saatlerinde arkadaşlarımız havalandırmaya çıktığında bizi omuzlarına alıyor ve omuzlarının üzerinden kapı deliğinden onlarla selamlaşıyorduk. Bu biraz olsun sıkıntılarımızı ve gurbet içindeki gurbetimizi hafifletiyor ve dindiriyordu.
-
Bir defasında Mısırlı bir asker beni kapı üzerinden görmüş ve ‘Bu Çinliyi buraya kim getirdi?’ diye sormuştu. O sıralarda 20 yaşında bir delikanlı idim ve sakalım yeni terliyordu. Çekik gözlerim ve Türk fizik karakterim Çinlileri de andırıyordu ve bundan dolayı benim gibi birisini hayatında hiç görmeyen asker beni Çinli zannetmişti. Hücremizde bizlere Asyotlu ve Said illerinden ve Vechü’l bahri denilen Kahire’nin kuzey bölgelerinden de arkadaşlar eşlik ediyordu. Hücrenin efendisi kimyacı Abdussettar Milici idi ve Şerif Plastik’te çalışıyordu. Şerif Plastik İhvan-ı Müslimin’in kurmuş olduğu kolektif şirket ve hizmetlerden birisi idi. Sonrasında kapanmıştı. El İ’tisam ed Dava dergilerinde hep Şerif Plastik’in ilanları çıkardı. Genel olarak dersleri Abdussettar Milici idare ederdi. Lakin daha sonra derin tabii hapishane yıllarından çok sonra İhvan’la yolları ayrılmıştı. Zaman gazetesinde iken ziyaretime de gelmişti ve hatta bazı kitaplarında da bizim isimlerimizden de bahsetmişti. Gerçek ve organik Mısırlılarla ilk defa hapishane ortamında tanıştık. Abdussettar Milici, İhvan derin yapılanmasının lideri olarak takdim edilen Mahmut İzzet’e bayrak açmıştı ve sabık İhvan Mürşidi Muhammed Mehdi Akif de kendisini tanımadığını iddia ediyordu. Milici daha sonra İhvan’ın kabuk değiştirerek eski haline avdet etmesini ve durularak siyasi bir örgüt yapısından tebliğ ve davet faaliyetlerine dönmesini istiyordu. Mavi Marmara gemisinde İhvan milletvekillerinden Muhammed Baltacı’ya Milici ve Mısır’dan tanıdığım bazı isimleri sordum, renk vermedi. Belli ki bu konulara pek girmek istemiyorlardı. Yapı ve isimler de giderek değişiyordu. Sadakatler gevşiyor ve eski dostluklar pörsüyordu.
-
İstikbal-i Tura’ya daha alışmadan baktık bir ayı ya doldurduk ya doldurmadık ve hapishanede hareketlilik var. Yeni bir tasnif yapıyorlar. Sonradan öğrendiğimize göre İstikbal’i sadece örgüt mensuplarına has hale getireceklermiş. Dolayısıyla bizim gibi vasıfsız ve geçici mahpusları ayıklıyorlardı. Yine isimler okundu ve çağrıldı ve onlar arasında bizler de vardık. Ağır kelepçelerle ellerimiz ve ayaklarımız yeniden kelepçelendi ve zemin kata indik. Bu defa galiba gözlerimiz bağlı değildi ve sonra cemselere doldurulduk. Yine yollardaydık. Yine nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Yolda lades tutuşur gibi iddialaşmalar oldu ve sonunda istikamet taayyün etmişti. Bizler Ebu Za’bel Tedip ve Islah Evine götürülüyorduk. Uzaktan Ebu Za’bel görünmüştü. Mahpuslar dışarıda gözüküyorlardı ve top oynadıklarına tanık oluyorduk. Yaklaştıkça bahçesini gördük ve önce gördüklerimize benzemiyordu. Bahçesi lalezar yani çiçek tarlası gibiydi. Uzaktan mekanı görünce biraz nefes aldık, sanki tahliye olmuş gibi sevindik. Nihayet hapishaneye benzer bir hapishaneye nakledilmiştik. Bizi ambarlar tabir edilen odalara yerleştirmişlerdi. Her bir ambar 40 veya fevkinde insan alabilecek kapasitede idi.
Burası çok renkliydi. Eylem suçluları değil sadece düşünce suçluları veya genel anlamda dindar gruplar vardı. Burada neler duymadık ve görmedik ki? Mısır’ın sahici ve bütün sade ve çarpık dini grupları burada temsil ediliyordu. Boy atıyordu. Abdullah Semavi’ye mensup Semaviye grubu gibi dışarıda hiç duymadığımız gruplar vardı. Burada da en az 3 ay kalacaktık ve kaldığımız süre içinde Hama olayları olmuş ve içimizde hoca kabilinden olan imamlarımız namazlarda Hama için konut duası okumuşlar ve Mutasım’ın ismini yad etmişlerdi. Burada midemizin durumu da ayrıca iyiydi. Zira dışarıdan mahpus yakınları yiyecek taşıyorlardı. Bundan dolayı hapishanenin yiyecekleri bize yavan gelmeye başladı. Bizim kimsemiz olmadığından mahpuslar yiyecekleri bizimle paylaşıyorlardı. Bu nedenle aslanlar gibi besleniyorduk. Dışarıda yemediğim kadar ördek etini burada tüketmiştim. Lakin bu kadar farklı sesin olduğu yerde yine derslerimize devam etmekle birlikte zaman zaman cingar da çıkıyordu. Sedat’ın katillerinin bütün akrabaları burada idi. Halit Şevki İstanbuli’nin babası Şevki Bey ile burada tanıştık. El Ahali gazetesi, asıllarının İstanbullu olduğunu yazmıştı. Keza Abud Zümer gibi Sedat’ın katlinden sorumlu isimlerin akrabaları da yine burada idi. Şevki İstanbuli hariç ötekilerin dindarlarla alakaları bulunmuyordu. Özellikle El Hicre vet Tekfir olarak anılan grubun mensupları arada sırada odada kavga çıkarıyorlardı. Bir defasında Fatih Sultan Mehmet’i anlatmıştım. Bana Fatih’in Müslüman olup olmadığını sormuşlardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.