Yol bulunmuştu ve bu anlatılmalıydı
Yol onundu, varlık onundu ve her şey Allah’a aitti. “Bak Allah’ın rahmet eserlerine” sadâsının Barla dağlarında yankılandığı gün, yoğun bir şekilde yaşanmış bir ömrün ve yarım asırlık bir arayışın eseri artık satırlara dökülüyordu.
Bediüzzaman, toplumun -hattâ dünya toplumlarının- en önemli meselesini inanç meselesi olarak görmüş, topyekûn bir inançsızlık salgını karşısında insanlığı doğru bilgilerle donatmak için kendisini görevli bilmiş ve gecesiyle, gündüzüyle, yıllarını bu göreve adamıştı. Onun gözü, gelecekteydi; bugün bunu rahatça görebiliyoruz.
Günün inançsızlık salgınları, geleneksel değerleri bir derece koruyan yetişmiş nesilleri belki fazlaca etkilemeyebilirdi; ancak o günün moda akımları, gelecek kuşaklar üzerinde nasıl bir tahribata yol açacaktı? üç büyük devrin içinden geçmiş ve birkaç ömrün hadiselerini bir ömre sığdırmış Bediüzzaman, bütün himmetini gelecek kuşaklara ayırmıştı.
Bir gün, belki kendisinin hayatta olmayacağı bir gün, bu topraklar üzerindeki insanlar, kendilerine on yıllar boyunca sunulan bakış açısının geçersizliğini görüp de manevî açlıklarını bastırmak için güvenilir bir bilgi kaynağı aradıkları zaman, aradıklarını bulabilecekler miydi? O, elindeki bütün imkânları, hattâ imkânsızlıkları sonuna kadar kullanmak suretiyle, istikbalin arayışına kendi zamanından cevap yetiştirmeye çalışıyordu.
Onun için, dağların, bağların, sürgünlerin veya hapishane koğuşlarının bir etkisi olmadı Bediüzzaman üzerinde. O badem ağaçlarının çiçeklerine bakarken “Bak Allah’ın rahmetine!” diye haykırıyordu. Daha sonra, her biri sıkıntı itibarıyla bir öncekini aratan Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde, Allah’ın rahmet eserlerini o güne kadar görülmedik bir üslûpla inceleyen eserler kaleme aldı.
Eğer böyle hadiseler karşısında Bediüzzaman hepimizin verdiği cinsten tepkiler verecek olsa ve intikam peşine düşseydi, bugün ortada, iman esaslarını bu derece sağlam bir şekilde tespit eden ve kitlelerin ihtiyacını karşılayan bir eserler külliyatı olmayacaktı. Pek muhtemeldir ki, onun istikbale baktığı zaman gördüğü şeyi başkaları da görüyor ve onu bu amacından saptırmaya çalışıyorlardı. Mesela o günlere dair çok küçük bir örnek verelim.
Duvar içinde saklanan eserler.
Hafız Ali’nin evi de Nur fabrikasının gece gündüz faaliyet halinde olan evlerinden biriydi. O duvarların dili olsa da anlatsa orada yaşanan heyecanları, satır satır yazıldıkça solunan iman hazlarını. Dili yoksa da bağrında sakladıklarıyla anlatıyordu duvarlar.
Hafız Ali, inci gibi el yazısıyla, özenerek yazardı üstadından gelen eserleri. Fakat yazılanların her an bir baskınla ele geçme tehlikesi vardı. Olsun. Bir gün gelecek, insanlar, havaya ve suya olan ihtiyaçları gibi bu eserlere olan ihtiyaçlarını da fark edecekler ve onlara ulaşmak isteyeceklerdi.
Onun için, Bediüzzaman ile talebelerinin bütün gayreti, eserleri gelecek nesillere ulaştırabilmek üzerinde yoğunlaşmıştı. Büyük alim ve şehid Hafız Ali’nin bulduğu çözüm, birer teneke kutu yaptırmak, eliyle yazdığı risaleleri bu teneke kutular içine yerleştirdikten sonra kutuların üzerine duvar örmek olurdu. Bir gün gelecek, elbette duvarlar yıkılacak, eserler meydana çıkacaktı.
Necmeddin Şahiner, Hafız Ali’nin duvar içindeki hazinesini şöyle anlatıyor:
“Merakla odanın duvarlarını, pencerelerini tıkırtılarla vurmaya başladık. Abdullah Kula “Durun durun” diyerek duvardaki tahta kaplamaları ileri geri itmeye uğraştı. İtelediği tahtalardan bir bölüm açıldı. Coşkun bir sevinçle kağıt parçalarını topluyorduk. Pencerenin altından hususi bölmeler çıktı. Yarım asır el sürülmemiş yerler. Yine bir bölüm daha açıldı; duvarın enine ve derinliğine doğru yayılıyordu. Az sonra yeni bir hazine daha bulmuştuk – kağıt ve kitap hazinesi.
Bekçi ağzı açık vaziyette seyrediyordu manzarayı. önceleri bizi para veya daha başka bir şey arıyor zannetmişti. Biz ise Bediüzzaman’ın eserlerini arıyorduk. Duvarların dili yok belki. Ama buna lüzum da yoktu. Onlar anlatacaklarını bağrında sakladıklarıyla anlatıyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.