12 Eylül 1980 cezaevi hatıraları
Üzerinden 30 sene geçmiş. Daha dün gibi. Yaşımız takriben 31-32. Konya halkımızla dostluğumuzun, kardeşliğimizin tavan yaptığı bir dönem. Ayyaşların, sarhoşların, yüz kızartıcı suç işleyenlerin tertemiz fıtratları ile baş başa kaldığım bir zaman. Konya’mızın iki büyük camisinin; Sultan Selim ve Kapı camilerinin gençlerle tıklım tıklım dolduğu bir devir.
Kardeşliğin, yardımlaşmanın, birlik içinde yaşamanın hazzını tattığımız, “Koç Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler” olarak halkımızın baş tacı yaptığı ve en büyük desteğini aldığım Sayın Keçeciler, tüm baskılara rağmen bizi ismini verdiğim camilerde vaaz yapmamızı istemeyen zihniyete karşı, tenzil-i rütbe ile Bursa Merkez vaizliğine atanan Konya İl Müftümüz rahmetli İsmet Karaokur hocamız ve etrafımda etten-kemikten bir sur gibi bizi koruyan dava arkadaşlarım. İşte böyle bir zaman ve zeminde 12 Eylül 1980 gününün sabah namazında askeri ihtilal oldu. Yaklaşık 289 dava arkadaşımızla Şems Camii’nde sabah namazını kılmak için yollara çıkmıştık, asker ve polis, ihtilal oldu diye bizleri evlerimize göre gönderdi.
Tarih 21 Eylül 1980’i gösterirken, merkez komutanlığından gelen askeri bir heyet bizi evimizden almak istediğinde, rahatsızlığım sebebiyle, doktor raporu aldım ve üç gün sonra kendi imkânlarımla merkez komutanlığına gittim. Buraya kadar anlatılan konular basit, normal bir seyir halidir. Bizim 12 Eylül 1980 tarihli ihtilalin hatıraları bundan sonra başlamıştır. Açık, net ve ibret dolu bazı hadiseleri siz okurlarımızla paylaşmak ihtiyacını hissettim.
Toplama kampı gibi bir özelliğe sahip ilk askeri cezaevine konduk. Ülkenin her tarafından insan gelmiş. Samsun’dan, Kağızman’dan insan var cezaevinde. 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel’in (merhum) cezaevine geleceği bildirildi ve askeri gardiyanlar bizi U düzenine koydular. Ve komutan geldi. Karşımıza geçti ve kısa bir konuşma yaptıktan sonra tek tek bizlere soru sordu. Orgeneralden iki tane dikkat çekici soruya, sizin de dikkat etmenizi rica ediyorum. Çobanlık yaparken düşmüş ve kolunun yarısını kaybetmiş birine komutanın sorduğu sual şöyle: -Tek kolunu ne yaptın lan? Hukuk devletinin generalinin ne demesi gerekirdi? “Evladım, geçmiş olsun. Ne yaptılar koluna”. İşte bu soru medeni olmanın, ilerici olmanın, ülkeyi aile ocağı olarak görenlerin sorusudur. Her şeyimize şüphe ile yaklaşan zihniyet, kolu kesik olan mazlum çobanı anarşist, terörist olaylara katılmış biri zannetti ve çobanın kalbi kırıldı.
İkinci soru şahsıma yönelikti. İşte o çirkin, iğrenç, pislik kokan soru: Sakallı! Sen buraya niye geldin? Hiç istifimi bozmadım ve Kapı Camii’ndeki vaaz edası usulünde cevap verdim: Komutanım. Devlet ile milleti barıştırmak istiyordum, gözümü burada açtım… Bozulmuştu cevabıma. Yüzü mosmor olmuştu. Tokat vursa ayıp olurdu. Yanındaki yaverine dönerek: Kestirin bunun sakalını, dedi.
Cezaevi berberi geldi, ama komutan gitmişti. Cezaevi müdürüne dedim ki: Kesemezsiniz sakalımı. Çünkü ben gözetim altındayım, daha tutuklanmadım. Zor durumda kalan müdür, askeri savcılığa telefon etmiş ve gözetim altında bulunan birinin sakalının kesilmesinin yasal yönden mümkün olmadığını öğrenmişti. Ama ne var ki, yasal yönden yasak olan nice yasaklar hep çiğneniyordu. Tıpkı Ergenekon iddianamesinde yüzlerce yasa dışı işlerin yapıldığı gibi. Bu ve benzeri yüzlerce olayın iddia edildiği adres, halkımızın dilinde ve gönlünde “Peygamber ocağı” olarak kabul görmüştü. Şu kadarını söyleyelim ki, her konuda, her olayda istisnalar vardır. Birinin, birilerinin yaptığı, işlediği kötülükleri, tüm komutanlara mal etmek gibi bir niyetimiz ve gayretimiz yoktur. Ben de askerliği yedek subay olarak yaptım. Seneler geçmiş olmasına rağmen, nice komutanlarımı hayırla yâd etmekte ve onlarla iftihar etmekteyim.
Şimdi size bir başka hatıramı nakletmek istiyorum. Mesleği öğretmenlik olan bir genç... Kağızmanlı. Adı Zafer. Solcu ve inkârcı. Sorgulamada öyle işkencelere tabi olmuş ki, konuşamamakta ve sürekli inlemekte.
Yakın arkadaşları, yanıma geldiler ve: Arkadaşımız ölmek üzere, ona Yasin okur musun? Dediler. Yanlış duymadınız, komünist, inkârcı olan gençler geliyor ve arkadaşlarının son anında bir iyilik yapmak istiyorlar. Nedir o iyilik? Yasin okumak. Vardım yanına. Tuttum elini ve Zafer isimli genç öğretmenin kulağına fısıldadım: Allah birdir. Muhammed O’nun Resulüdür ve kelime-i tevhidi okudum. Bilmiyorum, tekrarladığını. Ancak, gözünü açtı, çok sevimli bir bakışla yüzüme baktı. Daha sonra kendi dünyasına dönerek, “Ben etmedim, ben yapmadım” diyerek, ebedi âleme gitti. Arkadaşları bir taraftan gözyaşı dökerken, bir taraftan bize teşekkür ediyorlardı.
Ülkeyi aile ocağı haline sokmak isteyen inanan insanları, potansiyel suçlu olarak gören zihniyetle hesaplaşma günümüz Allah’ın huzurunda gerçekleşecektir. Suçumuzun ne olduğunu soracağız onlara. Hangi kapalı hanım, hangi sakallı Müslüman, hangi alnı secdeli memur, amir, asker, doktor Balyoz olayını hazırladı? Hangi cami imamı Ergenekon’a çanak tuttu? Bizim hesaplaşmamız 12 Eylül 2010’da olmayacak, asıl hesaplaşma ahrette, mizan başında ve Rabbimizin huzurunda… Başını kapatarak okumak isteyen kızlarımıza, Suudi Arabistan’ı gösteren zihniyet, ne kadar bu ülke için zararlı, tehlikeli ve iğrenç bir tavır ise, Hatay’da, İnegöl’de, Batman’da, karakollarda masum insanları, polis ve askerleri öldürenler aynı kefeye konacak söz ve olaylardır.
Konuyu dağıtmadan, biz yine 12 Eylül 1980 tarihine dönelim. Ama bir hafta sonra ve Cuma gününe. Allah’ın selamı, bereket ve rahmeti inanan insanların üzerinden eksik olmasın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.