12 Eylül’de “Bizim İskender”ler de oylanacak!
Salihli’de bulunduğum günlerde, “emekli bir hocaefendi” ile sohbet ediyordum... Lâf, döndü dolaştı, “din ve dindara yapılan baskılara” geldi... Eh, “din ve dindara baskı”dan bahis açılır da, “CHP’den” söz etmeden olur mu?.. Malûm, “1940’lı” yıllar... “Baskı”nın, “şiddet”in ve “zulmün her çeşidi”nin zirvede olduğu yıllar... İsmet İnönü’nün “Millî Şef” olarak ortalığı kasıp-kavurduğu, Jandarma’nın da “devlet içinde devlet” olup, milleti “dipçik” darbeleriyle “hizaya soktuğu” yıllar... Jandarma, ülkeye o kadar hakim ki; “milletin efendisi” denilen “köylü”ler, “devlet” denildiğinde sadece “Jandarma”yı tanıyor... Ne yapsın zavallılar, “Jandarma”dan başka “devletlû” gelmemiş ki, köylerine... Hatta, “köylü bir kadın”ın, köylerine gelen “Kaymakam Bey”e şöyle dediği rivayet edilir: “A oğlum, okuyup Kaymakam olmuşsun, az daha okuyup Jandarma olamadın mı?”
KUR’AN KURSU’NUN KAÇAĞI MI OLUR?
İşte o yıllar... Jandarma’nın köylüye göz açtırmadığı, “köyün altını üstüne getirmekle” tehdit ettiği, köylünün de; “Bu çorak toprakların üstünden bir hayır göremedik... Altını üstüne getirin de, belki altından bir hayır görürüz” diye cevap verdiği yıllar...
Bugün, “CHP’nin başı Bay Kemal”, televizyon ekranlarına çıkıp; “Biz Kur’an kurslarına karşı değiliz... Biz kaçak Kur’an kurslarına karşıyız” diyor... “İzinli” olsun, “kaçak” olsun; “Kur’an kursları”nda ne öğretilir ki?..
Çocuklar; “Elif, Be, Te, Se” diye başlayıp, “Kur’an harfleri”ni öğrendikten sonra, “Kur’an-ı Kerim okumaya” başlayacaklar, “abdest” nasıl alınır, “namaz” nasıl kılınır, “ana-baba”ya nasıl saygı gösterilir, onu öğrenecekler...
“Resmî” olsa ne yazar,
“Kaçak” olsa ne yazar?..
Adı üstünde “Kur’an kursu” bu!..
Orada “Kur’an”dan başka ne öğretilir ki?.
İşte “CHP zihniyeti”nin; bugünkü gibi “muhalefet” değil, “despot bir iktidar” olduğu 1940’lı yıllarda; “Trabzonlu bir imam” efendi, benim de doğum yerim olan Gördes’te, köyün çocuklarına “Kur’an-ı Kerim” öğretiyormuş!..
Elbette “kaçak” olarak!..
Çünkü Jandarma, sık sık “baskın”lar yapıyor, nerede “Kur’an” öğretiliyorsa, insanları “sıra dayağı”ndan geçiriyor, haklarında “zabıt”lar tutuyormuş!..
“Ani baskın”ları önlemek için de evin yüksekçe bir yerine “gözcü”ler dikiliyormuş... Ki, gelen Jandarma’yı uzaktan görüp, haber verebilsin!..
SEN DE YAN, SEN DE PARÇALAN!
Olacak ya; “Trabzonlu imam” efendinin tuvaleti gelmiş... “Tuvalet”ler şimdi olduğu gibi “evin içinde” değil ya, en az 100-150 metre ileride!..
Uzatmayalım, imam efendi ihtiyacını gideredursun, çocuklar da başlamış kendi aralarında oynamaya... Tabiî, “nöbet” tuttuğunu unutan “gözcü” de onlara katılmış!..
Derken, Jandarma çıkagelmiş!..
Bir bakmış, ortalıkta “Elif-Ba”lar var, “Kur’an-ı Kerim”ler var... Hepsini toplayıp, “soba”ya atıyormuş ki, imam efendi yetişmiş... “Durun” demiş, “Ne yapıyorsunuz siz?.. Hiç Allah’ın kitabı yakılır mı?”
İmam efendi, birkaç “dipçik” darbesi ve “tekme-tokat”tan sonra, yerde bulmuş kendini!..
“Jandarma’nın başı” ise; topladığı “Elif-Ba”ları ve “Kur’an-ı Kerim”leri büyük bir hışımla “parçalara” ayırıyor, sonra da “soba”ya atıp, “yakıyor!..”
İmam efendi ise, büyük bir acıyla kıvrandığı yerden doğrulup, sadece şunları söyleyebilmiş:
“Elif-Ba ve Kur’an-ı Kerim’leri nasıl parçalıyorsan, Allah da seni öyle parçalasın!.. Onları sobaya atıp, nasıl yakıyorsan, Allah da seni yaksın!”
Jandarma, işini tamamlayıp, “Şu kadar Elif-Ba ve Kur’an-ı Kerim imha edildi” şeklinde “zabıt” tuttuktan ve de “köyün muhtarı”na tehditler savurduktan sonra, ayrılmış köyden!..
Ehh, “görev”lerini yaptılar ya, şimdi “eğlence” zamanı... Meğer köye “baskın” yapmaya gelirlerken, yanlarında “dinamit” de getirmişler... Köyün 500-600 metre dışında bir “göl” varmış!.. Orada “dinamit” patlatıp, “balık” avlayacaklar!..
Yakmışlar “sigara”larını, başlamışlar “göl”e doğru yol almaya... “Görev”lerini yapmanın rahatlığı içinde ellerini-kollarını sallayarak yürüyorlar!..
Aaa, o da ne?..
Ellerini-kollarını sallayarak yürürlerken, Jandarma çavuşunun elindeki sigara, “dinamit lokumu”nun fitiline değmez mi?.. Değip de, dinamiti patlatmaz mı?..
“Güüümmm!”
Patlama sesini duyan köylüler o tarafa bakınca, birde ne görsünler;
“Jandarma çavuşu havada!”
Alev alev!..
Ve de paramparça!”
Tıpkı, biraz önce “parçaladığı” ve “sobada yaktığı” Elif-Ba’lar ve Kur’an-ı Kerim’ler gibi!..
Demek oluyor ki;
Trabzonlu imam efendi, “yürekten dua” etmiş... Hem, etmese de bir şey değişmezdi ki... Cenab-ı Allah, “Kitab’ına yapılan bu saldırı”yı hiç affeder mi?..
ATANLARI DA ATARLAR!
“YAŞ kararı”yla, hem de “emekliliğine 3 ay kala” Binbaşı iken ordudan atılan “usta edebiyatçı”larımızdan Prof. İskender Pala’nın; “Ben, o günlerde 8 yaşında olan kızımın; ordudan atıldığım günlerde döktüğü gözyaşını, 10 yaşındaki diğer çocuğumun arkadaşları tarafından horlanıp dışlanmasını hiç unutmadım” şeklindeki sözlerini gazetelerde okuyunca, “Trabzonlu imam” efendinin 1940’larda yaşadığı, “Salihlili imam” efendinin de bana aktardığı o “ibretlik olay” geldi hatırıma...
Bir defa daha anladım ki;
“Rütbe”si ve “makam”ı her ne olursa olsun; yaptığı, hiç kimsenin yanına kâr kalmıyor!..
“28 Şubat süreci”nde Prof. Dr. İskender Pala, Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol, Mustafa Hacımustafaoğulları gibi, nice “değer”leri “YAŞ kararları” ile ordudan atanlar, bugün aynı YAŞ kararları ile ya “emekli” edildiler, ya da “istifa”larını sunmak zorunda kaldılar!..
Şu “tecelli”ye bakın ki;
“YAŞ’zede subay”ların hemen hepsi “başı dik, alnı açık” olarak aramızda dolaşırken, “terfi edemediği için istifa edenler”in bir kısmı ya “uçkur”dan gitti, ya da “yüz kızartıcı suçlar”dan!.. Bu milletin ileri gelenleri hakkında “fişleme arşivleri” tuttuklarını biliyorduk da, kendileri hakkında “don arşivleri” tutulduğunu, o arşivlerde “kirli çamaşırlar”ın da depolandığını bilmiyorduk!..
Meğer “subay”lara “kadın” temin edilmiş, Deniz Harp Okulu’ndaki bazı “kız öğrenci”lere tehdit ve şantajla “fuhuş” yaptırılmış!..
İşte bu yüzden merakla soruluyor ya;
“Deniz Harp Okulu Komutanı Tuğamiral Türker Ertürk terfi edemediği için mi istifa etti, yoksa fuhuş skandalı ortaya çıktığı için mi?!?”
“HAA, ŞU BİZİM İSKENDER Mİ?”
Sebep her ne olursa olsun, nihayetinde; dün “rüzgâr” ekenler, bugün “fırtına” biçtiler!.. Dün, “mağdur” ettikleri insanların karşısında son derece “mağrur”dular!.. Bugün, kendileri “mağdur” oldu!..
Hem de, “el içine çıkamayacak” şekilde!..
Peki, Prof. Dr. İskender Pala ve diğer “YAŞ’zede”ler niçin atıldı ordudan?..
İskender Pala’nın aylar önce piyasaya çıkan “İki Darbe Arasında” adlı kitabında, çarpıcı hikâyeler var...
Bunlar, hem “ibret verici”, hem de “trajikomik” hikâyeler... İşte bunlardan biri:
Olay Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil’in Kuzey Deniz Saha Komutanı olduğu sırada yaşanıyor.
Preveze Deniz Zaferi’nin yıldönümünde 27 Eylül 1996 günü Taksim’deki törenlerden sonra İlhami Erdil, dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan, Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi’nin restorasyonu için yardım istiyor.
Söz Barbaros’un vasiyetnamesine geliyor.
Erdoğan ile Erdil arasındaki sohbet şöyle gelişiyor:
Erdoğan- Barbaros’un vasiyetnamesi ha, çok ilginç. Eski yazı değil mi bu?
Erdil- Evet, bizim arşiv müdürü binbaşımız var, İskender Pala adında, eski yazıyı iyi biliyor.
Erdoğan- Ha!.. Siz bizim İskender’den bahsediyorsunuz!
Erdil- ?!
Ya sonra?.. Sonrası şu: Erdil Paşa, kurmay başkanına “Nereden onların İskender’i oluyormuş?.. Bu İskender, derhal araştırılsın!” talimatını veriyor ve ‘Bizim İskender’ mecburi hizmetini tamamlamasına üç ay kala 11 Aralık 1996 günü ihraç ediliyor.
Peki, daha daha sonra ne oluyor?..
İskender Pala ve diğer “YAŞ’zede”ler hâlâ aramızda... Başları dik, alınları açık!..
İskender’i ordudan attıran İlhami Erdil’in ise, “yolsuzluk”tan yargılandığı mahkemede “hapis cezası”na çarptırıldığını, “rütbe”lerinin sökülüp “er” seviyesine indirildiğini hatırlatmama herhalde gerek yok!..
Ama, şunu hatırlatmama izin verin:
Merhum Başbakan Adnan Menderes’in “bağrında sigaraların söndürüldüğü” Yassıada’daki “işkence günleri”nde, orada görev yapan “teğmen”lerden biri de, işbu İlhami Erdil’di!..
Atalarımız; “Ne ekersen onu biçersin... Bu dünya, etme-bulma dünyasıdır” derken, boşuna dememiş!..
“Alma mazlumun ahını,
Çıkar aheste, aheste!”
Kimi dinamitle “paramparça” olup, “yanarak” can verir; kimi de “Oramiral”likten “er”liğe düşer!..
İSKENDER’İ ATTILAR, ÇÜNKÜ!..
“Bizim İskender’in ordudan atılması”nın tek sebebi, elbette “eski yazıyı iyi bilmesi” değildi... O, “Kıble”yi de iyi bildiği için atıldı!..
Nasıl mı?.. Buyrun, bir anekdot daha:
İskender Pala, Deniz Müzesi’nde görev yaparken hayatının kesiştiği insanlardan biri de; açık yüreklilikle “ideolojik rakibim” diye bahsettiği Erol Mütercimler idi... Sonrasını Prof. Mim Kemal Öke, Mütercimler’in de bulunduğu bir panelde şöyle anlatıyor:
“Erol çocukluk arkadaşım. Askerliğe uygun olmayan bir yapıya sahipti. Mecburi hizmeti tamamlamadan ordudan ayrılmak istiyordu. Tek yol atılmaktı. Deniz Kuvvetleri’nde tanıdığım bir komutan vardı. Görüşüp, atılmasını sağlamamı istedi. 28 Şubat süreciydi.
‘Komutan müzeye geliyor mu?’ diye sordum... ‘Teftişe geliyor’ deyince ‘Bir seccade, takke, bir de tespih al. Komutan müzeye girince odanın kapısını açık tut, namaza dur. Namazı da pek bilmezsin, dizini kır namaz kılıyor vaziyette otur. Komutan görürse kesin atılırsın’ dedim.
Aynen yaptı. Komutan da görmüş, not aldırmış.
Erol mutlu, atılacağını düşünüyor.
1-2 ayı buluyor atmıyorlar. Bana geldi, şu işi öğren dedi. Komutana gittim. ‘Erol’u namaz kılarken yakalamışsınız, niye atmıyorsunuz’ diye sordum.
‘Doğru’ dedi, ‘Namaz kılmadığı o kadar belliydi ki, kıbleye ters durmuştu.”
Öke’den sonra Mütercimler söze giriyor: “İskender’i attılar, çünkü o Kıble’ye doğru duruyordu.”
Nereden, nereye?..
İşte bu İskender Pala, şimdi “13 Eylül sabahı”nı bekliyor... Çünkü 12 Eylül’de yapılacak “referandum”dan “Evet” kararı çıkarsa, “YAŞ kararları yargıya açılacak” ve böylece “yargısız infaz”lar son bulacak!..
Hiç olmazsa, acıları hafifleyecek!..
Bir anlamda, “itibar”ları iade edilecek!..
Sırf bunun için bile, “Evet” demeye değmez mi?..
Ne dersiniz, değmez mi?..
“Bursa İskender” yerken,
“Bizim İskender”leri sakın unutmayın!..
Kim despot, kim demokrat?
Adı o kadar çok ki, hangi birini sayayım?.. “Gandi” dediler, “Dandi” çıktı!.. “Etro Kemal” dediler, “Yalandaroğlu” dediler, “Çarkçı Kemal” dediler, “Erke-mal dönergeci” dediler, “Bay Kemal” dediler... Dediler oğlu, dediler!..
Durum onu gösteriyor ki, yakında “despot” da diyecekler... Çünkü Bay Kemal, “niyet okumaya” da başladı... Diyor ki; “Anayasa’yı değiştirmek istiyorlar çünkü amaçları yargıyı ele geçirmek!”
Bunun adı, “niyet okuma”dır!.. Çünkü, amacın bu olduğuna dair, elinde bir “bulgu” yok!.. Sadece “slogan” atıyor!..
Ama, sözünün devamında kendi kendine “suçüstü” yaptığının farkına bile varamıyor... Daha şimdiden “Meclis’in iradesine ipotek” koyacağını ilân edip, diyor ki; “İktidara geldiğimizde sizi Yüce Divan’da yargılayacağız!”
Şu hâle bakın; daha şimdiden “Meclis’in kararı”nı açıklıyor: “Yüce Divan’da yargılayacağız!”
Bunun adı, “despotluk” değil de, nedir?.. Hükümet’in “yargıyı ele geçirmesi” mümkün değil ama, “Bay Kemal”in “Meclis’i ele geçirince” ne yapacağı ortada!..
Siz olsanız, bu “despot zihniyet”ten korkmaz mısınız?