Sadakat davaya olsaydı iftar İslâm’a uyardı
“Hocaya sadakat şerefimizdir” sloganı hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Slogan atanların yüzlerindeki öfke, sadakat anlayışından uzay kadar uzaktaydı. Sonuçta da İslâm iftarını, Müslümanların iftarını burunlarından getirerek gösterdiler. Eğer davaya gerçekten sadakatleri olsaydı, o iftar huzur içerisinde geçerdi.
Bu köşenin yazarı da bir zamanlar malum gençler gibiydi. Hocaya sadakat yüzünden anamı, babamı, dedemi, (onlar da MSP’li olmasına rağmen) çok üzmüş, gönül kırmış, kavga etmiş, dostlarımın, akrabalarımın ve tanıdıklarımın yüzüne bakacak halim kalmamıştı.
Bütün bunlardan pişman olduğumda ise, her zaman bana el uzatacak olan çevremi çoktan kaybetmiştim. Müslüman bir topluluğun iftarını zehir eden sadakatçiler adına bir hayli üzüldüğümü söylemeliyim. Onların halinde kendi anlamsız ve manasız gençliğimi gördüm.
Şimdi bu satırları o gençlerden biri okuyacak olur veya birisi onlara anlatacak olursa, adım gibi biliyorum ki, bana öfkeyle küfrederler, ellerine geçirseler döverler. Ama gün gelecek bu hallerinden utanacaklar.
Şunu da ifade ederek, bir küçük hatıramı paylaşmak isterim. Yalnız yazdıklarımı eleştirecek kişilerin öncelikle; yaşıma, tecrübe ve bilgi birikimime sahip olmaları; yaşadıklarımı, gördüklerimi, bildiklerimi ve dinlediklerimi bilmeleri gerekir. Eğer bu özelliklere sahip birileri çıkar ve eleştirebilirse, ellerini öper başımın üstüne korum.
MSP gençlik kollarında, Akıncılar ve MTTB’de sadakat imtihanı verdiğimiz yıllardı. Her üç teşkilatta da gece gündüz çalışıyor, çabalıyor ve sadakatimizi sergiliyorduk. Ev, okul ve aile, bu üç teşkilattan sonra geliyordu.
Hizmet edecek gençlik lazımdı, daha doğrusu hamallık edecek, onların yerine karakollara düşecek, onların hazıra konması için her türlü rezilliğe katlanacak, aç ve susuz kalacak, onlar sıcak yataklarında uyurken, kuru kilimler ve sandalye üzerinde sabahlayacak veya arabaların, otobüslerin koltuklarında iki büklüm uyuyacak mücahitlerdik(!).
12 Eylül 80 öncesi Ankara’dayız, duvarlara; “Mücahit Erbakan,” “Tek Yol İslâm” ve “Müslüman Türkiye” gibi bu ve benzeri sloganlar yazıyoruz. Bir gece sabaha karşı yine yazıya çıktık. Ekibin birisini şimdilerde garip bir kimyaya bürünen Abdüllatif Şener, bir diğer ekibi de çizgisini hep adilce kullanan Ersönmez Yarbay koordine ediyordu.
Mesele uzun ama kısaca geçeyim. Yazıyı bitirdiğimiz sırada yakalandık, Gençlik Parkı’nın önündeki Solmaz Karakoluna götürüldük. Gece nöbetçi olan komiser herkesin memleketini sorarak arkasını o tarafa döndürdü ve iyi bir sopa çekti. Sonra tekrar yüzümüzü kendisine döndürdü bu sefer de sıra dayağı attı.
Yazıya çıktığımız geceler, en büyük zevkimiz fırınlara uğramak, ilk çıkan ekmekleri almak, sonra da en yakın öğrenci yurtlarından birine gidip margarin sürerek yemekti. Genelde bu zevkimizi karakollarda dayakla giderirdik. Yine bir sabah nasibimize karakol düşmüştü.
Karakolda gerektiği kadar dayak ve hakaret işittikten sonra içimizden birisi, dönemin İçişleri Bakanı, MSP’li ağabeyimizi arayıp durumu iletmek istedi. Karakoldan arıyoruz, olup biteni polisler de izliyor. Sayın bakan adına verilen cevap şöyleydi. “Bakan Bey uyuyor.”
Tabii biz sadakat göstereceğiz ki onlar rahat uyuyacaklar. Neyse bu telefondan sonra yine bir sıra dayağına tabi tutulduk. Bir deneme daha yaparak şimdi Ak Parti Milletvekili olan ve soyadı gibi kendisi de koç olan Atilla Koç’u aradık. O zaman bakanlıkta ya müşavirdi ya müsteşar muaviniydi. Koç gibi kalktı yatağından ve bizimle ilgilendi. İfadelerimiz alındıktan sonra serbest bırakıldık.
Efendiler; Donkişotluk yapacak yaşı çoktan geçtim. Siyasette “vicdan” ve “vefanın” olmadığını öğrendiğimde iş işten geçmişti.
Hayatımın kaymasına sebep olanlara baktığımda ise, onların hayatları zaten düzendeymiş. Hepsi de iş güç sahibiymiş.
Artık bizi tanımıyorlardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.