Kaldırım işgal edilerek iftar yapılır mı?
Giresun’dan aile dostumuz Didem Hanım eşimi aramış. Hal hatır bahsinden sonra; “Ne şanslı insanlarsınız, Enderun usulü teravihleri takip ediyorsunuzdur, kitap fuarına gidiyorsunuzdur, İstanbul’da Ramazan’ın tadını çıkarıyorsunuzdur” demiş.
Hayıflandım bu ifadelerden haliyle. Dışarıdan ve ekranlardan İstanbul pek güzeldir. Herkes hayretle ve özlemle burada olmak ister. İstanbul’da yaşayanlara gıpta ederler. Hâlbuki bilmezler ki, bu şehirde sokağa çıktığınız andan itibaren; “ekonomik, sosyal ve psikolojik işgal altındasınızdır.”
Malum işgalleri göze alarak bu yıl yer değiştiren kitap fuarına gidelim istedik. Otomobille mi gidelim, toplu taşım araçlarıyla mı gidelim muhasebesi yarım saat sürdü. Otopark problemi, trafik meselesi, oruçlu oruçlu insanı canından bezdirir çünkü. Neyse toplu taşım araçlarıyla gidelim diye karar verdik.
Bu sefer de iftardan sonra mı gidelim yoksa oralarda bir yerlerde mi iftar edelim sorusuna cevap bulmak lazımdı. Sultanahmet ve Beyazıt civarında iftar edecek mekân bulmak zordur. Defalarca açıkta kaldığım için o tecrübeye binaen, vapura yakın bir yerde iftar etmek üzere Üsküdar’a indik.
Üsküdar’da benim bildiğim iftar edilecek en temiz en kaliteli ve en ekonomik lokanta, balıkçılar çarşısının içinde bulunan Öz Bolu Lokantası’dır. Evinizdeki yemeklerden daha nezih yemek yiyebileceğiniz bir yerdir. Sahiplerinden çalışanlarına kadar herkes; “insaflı esnaf” hassasiyetiyle hizmet eder.
Dolmuştan inip, Öz Bolu’ya gidinceye kadar irili ufaklı büfe ve lokantaların önünden geçtik. Kaldırımlar işgal edilmiş, hiç olmayacak yerlere masalar konulmuş, masaların üstü temiz ama cadde öyle pis, öyle pisti ki, temiz bir yer bulup da ayak basmak için elinizde mikroskopla dolaşmanız gerekirdi. Abartmıyorum aynen öyle. Mesela Üsküdar Belediyesine giden caddede herkes bu rezaleti görebilir.
Mübarek Ramazan bir, iftar vakti iki, iftar sofrası temiz olur üç. Sofranın olduğu yer temiz olur dört. İnsan gökyüzüne bakarak yemek yemeyeceğine göre aşağıda pislik yukarıda iftar olur mu beş. İnsanda ne mide kalır ne iştah. Böyle manzaraları görerek ve burnumuzu tutarak, nihayet Öz Bolu Lokantası’na kendimizi attık ama ne iştah kaldı ne de orucun anlamı.
İftardan sonra bu sefer yol değiştirerek ara sokaklardan vapura ulaşmak üzere hareket ettik ama yine kaldırımlarda yürüme imkânı olmadığı için otomobillerin arasında balerin gibi dans ederek geçip gittik. Karşıya geçtik, Çemberlitaş’tan Beyazıt’a doğru yürümeye başladık ama yine kaldırım işgalleri ve yine çerden çöpten geçilmeyen caddeler vardı.
Üsküdar Belediyesine, Fatih Belediyesine sitem ederek kitap fuarına vasıl olduk. Meydan öyle kalabalık, öyle kalabalıktı ki, “Oh şükürler olsun, kitap dostları her şeye rağmen buraları doldurmuş” diye sevindik, sevincimizi tam yaşamadan, biri yanımıza geldi; “Hocam konseri izleyecekseniz size yer ayırayım” dedi.
Meğer kitap fuarının olduğu yerde konser varmış ve o büyük kalabalık konsere gelmiş. “Kitap fuarı nerede” diye sordum o gence, burnunun ucuyla “Aha şurası hocam” diyerek gösterdi. Fuara girdim, yayınevlerini gezmeye başladım, bir iki dostu gördüm. “Sen ben bizim oğlandan” ibaret manzaralardı ve değişen pek bir şey yoktu.
Tencere tava, herkes bir havadır bu şehirde. Fuardan sonra tekrar Sultanahmet’e doğru yürüdük. İğne atsanız yere düşmeyecek kalabalık vardı. Seyyar satıcılar, gördükleri her kara parçasını işgal etmişlerdi. Sanki dolaşanlar görme ve işitme engellilermiş gibi insanların gözüne ve kulağına desibeli yüksek sesle bağırıyorlardı.
En iyisi İstanbul’u televizyonlardan izlemekti. Saat 24’ten sonra vapur ve motorlar çalışmazmış. Taksilerden gece tarifesini kaldıranlara teşekkür ettim. İşte bir İstanbul akşamı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.