Eskiye metih gereksiz, Ramazan şimdi güzel
İnsanın yaşlandıkça eskiye özlemin artmasının anlaşılabilir ruhsal gerekçeleri var kuşkusuz. Ancak günümüz teknolojisinin sunduğu ulaşım, erişim, edinim imkânıyla kıyaslandığında mazinin hâkim karakterinin her konuda insanı sınırlamak olduğunu görmemek imkânsız. Oysa günümüz insanının, ister inancının gereğini yaşamak, ister kültürel talepleri ya da eğlenme ihtiyacıyla olsun, kentin dört bir yanında sunulan sayısız seçeneğe yaz- kış ısısı ayarlanabilir araçlarla kolayca ulaşma şansı var. Dolayısıyla bugün oruç tutmak düne göre daha zahmetsiz.
Seferler
Dünün dünyasında örneğin ‘sefer’ demek, binlerce insanın hasım güçle karşılaşmak için bile aylarca yol katetmesi demekti. Keza hac yolculuğu... Ki bunlar iddia yüklü çıkışlar. Bırakın savaşı, haccı; yaşadığınız şehirde bir semtten bir başkasına gitmek dahi günün bütününü yolda geçecek zamana hasretmek manasına geliyordu. Şirketi Hayriye vapurları hizmete
girene kadar Kadıköy’de oturan bir kişinin Eyüp Sultan ziyaretine niyetlenmesi demek, İstanbul yakasında geceleyecek bir ahbap ya da yer tedariki, yolluk hazırlığı v.s. demekti. Yazlığa gidilmez, taşınılırdı. Şimdiki gibi
bir hafta ya da on gün için değil en az dört ay için.
Bu nedenle geçmişte Ramazan özellikle sıradan halk için ev, en kabası mahalleyle sınırlı yaşanan aydı.
Az-çok maddi imkânı olanlar açısından günü dilimleyeyim isterseniz. Sahura kalkıp imsak vaktine kadar yeme- içmeyle, büyük ailelerin yaşadığı evlerde sohbetle meşgul insanlar sabah namazını kılıp yatağa yatarlardı. Öğlene doğru ayağa kalkan ailede erkeklerin camiye gidişi, kadınlar iftar hazırlığına başlamalarıyla akmaya başlardı zaman. Öğle namazı, vaaz, avlu sohbeti, ikindi namazı. Vakitlerini büyük kısmını camide geçirirdi erkekler. Onlar olabildiğince ağır adımlarla, yol boyunca oyalanarak eve dönmeye başladığında kadınların iftar telaşı devam ediyor olurdu. ‘Oruç keyfi’ denilen, erkeğe mahsus, olur-olmaz herşeye öfkelenme seansı, kadınların varsa küçük çocukları susturma ‘Siniri üstünde yine’ yakınmalarıyla geçen zamanın ardından top patlamasıyla orucun açılması... Sonrası akşam namazı, teravih, istirahat. Nefsini körletmek
isteyen erkeğin işini görmesi!..
Kadınların koşuşturma arasında bulabildikleri küçük zaman dilimlerinde namazlarını kılıp, kuş uykusuyla yetindikleri aydı Ramazan.
Ev dışında eğlence hayaldi
Kimi eski yazarların Beyoğlu ya da Saraçhane, Vezneciler, Şehzadebaşı yani Direklerarası için çizdiği renkli tablolar sınırlı bir kesim içindir. Bir döneme adını veren Direklerarası sadece çadır tiyatrosu, varyete mekanı değildi elbette. İstanbul’da düzenli olarak film gösteren ilk sinema salonun açıldığı yerdi. Bilinen, 1897 senesinde Galatasaray’daki Sponek Birahanesi’nde perdede film izleyenler birkaç hafta sonra Şehzadebaşı’nda Fevziye Kıraathanesi’nde film izleme olanağı buldular. İmparatorluk başkentinde düzenli olarak film gösteren sinema salonu da 1914 yılı kışında yine Şehzadebaşı’nda Cemal Boyer ve Murat Boyer adında iki kardeş tarafından açıldı. Ve Direklerarası kısa sürede sinema, tiyatro semti oldu. Hilal Sineması, Millet Sineması, Turan Sineması, Ferah Tiyatrosu ve diğerleri.
İstanbul halkının, yani faytonla veya tramvayla Şehzadebaşı’na gelip eğlenceden sonra eve geri dönebilecekleri mesafede yaşayan, zamanına göre
ucuz sayılmayacak mekânlara girmeyip kalabalık arasında dolaşmakla yetinip rüyalarını süsleyen varyete kızlarını salonlara giriş çıkışlarında görseler
bile bundan zevk alan erkekler dünyasından söz ediyorum..
Şehzadebaşı
Ancak bir husus var ki bunu zikretmemek haksızlık olur.
Şehzedebaşı kültür dünyamızda derin iz bıraktı, bugün değer saydığımız öğündüğümüz bir kısmını imar faaliyeti yapıyoruz diye koruyamayıp yok ettiğimiz eserler yanında köklü müesseseler de kazandırdı... Örneğin suriçi İstanbul’unun ilk apartmanlarından olan Letafet Apartmanı.. Serasker yani Genelkurmay başkanı Rıza Paşa’nın dört katlı, üst katı ahşap cumbalı konağı mimari açıdan değer olmasının yanında 1914’te rahmetli Cemil Topuzlu’nun belediye başkanlığı döneminde bugün Şehir Tiyatroları diye andığımız Dar’ülbedayi’ye çatı oldu, ev sahipliği yaptı, öğrenciler ve oyuncular üç yıl orada çalıştılar. Aynı şekilde Futbol Federasyonu yani Futbol Hey’et Müttehidesi de bu binada kuruldu.
Çerçeve
Şiirin farklı halleri
Türk halk şiirine temel olan iki tür var: Mani ve koşma. Geri kalanlar, yani türkü, semai, destan, varsağı, ilahi, nefes v.s. mani ve koşmanın uzantıları. Sözcük ve dizeler üzerinde bir tür şairlik gösterisi sayılabilecek Vezn-i Aher bu türlerden biri.
Aşağıda, Yavuz Sultan Selim’e izafe edilen bir örnek bulacaksınız. Dizelerdeki oyunu çözmek kolay olsun diye ilk mısranın hem yatay hem dikey okunuşunu işaretledim.
Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol alemde bu serdar olur
Yar olur ağyar olur serdar olur didar olur..
Bu şiiri yazarken Diyanet İşleri eski başkanı Mehmet Nuri Yılmaz Bey’i hatırladım. Kendisi diyanet teşkilatının içinden yetişmiş, Kur’an bilgisi yanında yarı Fuzuli hafızı olan, hoş sohbet, latifeyi seven birisiydi. Bir Ramazan günü iftar sofrasında Erzurum ağzıyla hikayesini anlatıp okuduğu şiiri not etmiş,
üzerine not düşmüşüm.
Güney Azerbaycan taraflarında kendilerine dini bir misyon yükleyen iki molla dağ tepe demeden, yayan- yapalak o köy senin bu mezra benim gezer vaaz ederlerken ıssıza düşmüşler. Bir gün, iki gün derken, sonunda açlıktan neredeyse adım atamaz hale gelmişler. Havanın kararmaya yüz tuttuğu saatte ilerde bir kulübe görünce ‘Ha gayret’ deyip düşe kalka yürümüş kapısını çalmışlar. Dağ köylüsü karşısında açlıktan perişan halde iki din adamını görünce tereddütsüz onları evine kabul edip bir köşeye oturtmuş. Biraz soluklandıklarında akıllarında yemekten başka şey olmayan mollalardan biri arkadaşına dönüp ev sahibinin de işiteceği şekilde bir dörtlük söylemiş;
Ela ey talibi zerde
Pilav derman imiş her derde
Hoşafın olduğu yerde
Kaşıkla ha kaşıkla!..
Arkadaşının zerde, pilav, hoşaf diye sıraladığı hayali sofrayla iştahı kamçılanan diğer molla devam etmiş..
Ela ey talibi molla
Kavuğun sık hemen kola
Önüne gelir bir sıkı dolma
Yuvarla ha yuvarla!
İki din adamının ücra bir yerde,
yoksul bir köylünün kulübesinde
olduklarını unutup sipariş verircesine dillendirdiği istekleri şaşkınlıkla dinleyen
köylü dayanamamış:
Hocam senin dediğin haktır
Lakin bu evde yoktur
Kavuğun koltuğuna sıktır
Sayıkla ha sayıkla!..
Ahali bazen lideri şaşırtır
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı Tokat mitinginde şaşırtan, gülümseten olayı herhalde duydunuz. Meydanı referandumda ‘Evet’ oyu vereceklerini göstermek için dolduran ahali başbakanın her dediğine ‘Evet’ demeye o denli hazırdı öylesine şartlanmıştı ki Erdoğan kürsüden ‘Türban sorununu Kılıçdaroğlu’nun çözeceğine inanıyor musunuz’ diye sorduğunda da kalabalıktan ‘Evet’ haykırışı yükseldi. Bu tepkiye şaşıran, sonra da gülen Erdoğan soruyu ikinci kez biraz değiş-tirerek ‘İnanmıyorsunuz değil mi?’ diye sordu. Cevap bu defa yerine oturdu: Evet!..’
Siyaset sahnesi kimi zaman böylesi şaka gibi diyeceğimiz olaylara kapı açıyor. 12 Eylül sonrası benzer bir durumla hitabet ustası olan Süleyman Demirel de karşılaşmıştı.
Siyasi yasakların kalktığı, Demirel’in Doğru Yol Partisi’nin başına geçtiği ve Turgut Özal liderliğindeki ANAP’la yarıştığı tabloda, sanırım Ege illerinden birindeki mitingte yaşanmıştı sözünü ettiğim olay. Ekonomik zorlukların kıskacında bunalan halkın üzerine çöken dertleri bir bir sayıyor ‘Sorumlusu kim’ diye soruyordu Demirel. Elektrik fiyatları... Sorumlusu kim? Özal! Benzin? Sorumlusu kim Özal! Buğday... Sorumlusu kim? Özal! Gübre?.. Özal.. Ve son cümlesi geldi Demirel’in: Sizi bunların elinden kim kurtarabilir? ‘Sen’ cevabını bekliyordu... Öncesinde halka yönelttiği onca soru bunun içindi. Ama kalabalıktan Demirel’in beklemediği bir karşılık geldi ‘ Allah!..’
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.