Kürt meselesi meseli
Önümüzde çözüm bekleyen, çözümü çok zor olmayan bir mesele vardı; ama biz onu yılan hikayesine döndürmeyi başardık. Yılan kuyruğunu yedi, yedikçe büyüdü, büyüdükçe yedi. Öylece devam edip gitti. Daha da gideceğe benzer.
Sorunu değil PKK’nın şifrelerini çözmeye, kimin neyi nasıl basına sızdırdığını v.s. ortaya çıkarmaya çalışır hale geldik.
Neyin yapılması gerektiğini, neyin yapılamayacağını ya da yapılmaması gerektiğini iyi- kötü herkesin bildiği, ama farklı gerekçelerle kimsenin harekete geçmediği bir mesele bu.
Sorun var mı? Evet var. Çözmek elzem hale geldi mi? Geldi. İlk iş kan akmasına son verecek ortamı sağlamak mı? Elbette. PKK’nın dağ kadrosu liderleri silah bırakmak istiyor mu? Öyle söylüyorlar. Abdullah Öcalan bu iş son bulsun istiyor mu? İstiyorum diyor. Ordu demokratikleşme yönünde bazı adımların atılmasına muhalif mi? Hayır. Hükümet isteksiz mi? Yoo, istekli. Birlikte yaşamakta vazgeçelim, evli evine diyen var mı? Yok. Ellemeyelim, böyle kalsın diyen? O da yok!
Hastanın başında toplanıp onu yoklayan, uzun uzadıya rahatsızlığın ne olduğu üzerine konuşan, MR, ultrason, tahlil v.s. sonuçlarının gösterdiği tabloya bakıp tedavinin nasıl olması gerektiği konusunda, uzmanlık alanlarındaki farklılık sebebiyle öncelik sıralamaları aynı olmasa da az- çok ittifak eden doktorların, içlerinden birinden ‘Ne duruyoruz haydi...’ diyerek işaret vermesini beklemelerine benzer bir hal bu. Ama anlaşılan o ki, referandum sonrasına, hatta belki de 2011 Mayıs’ında yapılacak genel seçim sonrasına kadar bu işareti veren olmayacak.
Bu süreçte siyaset katında olan bitene akıl erdirmek, kimi tavırları izah etmek de kolay değil. MHP konusunda düşündüklerimi daha önce yazmıştım. Bahçeli 2007 sonrası MHP’nin kazandığı puanları, Ak Parti karşısında avantajlı konuma geçme şansını elinin tersiyle itti. CHP’ye gelince de özellikle yakın zamanda büyük ümitlerle partinin genel başkanlığına getirilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kötü giden yarışın son düzlüğünü koşmayı kabullenmesinin bana göre anlaşılır hiçbir yanı yok. Keza BDP’nin hali. Bildiğiniz gibi referandumu boykot kararı aldı BDP. Kendi başına düşünüp de mi bu kararı aldı, İmralı’dan, Kandil’den ‘Böyle yap’ denildi de ona mı uydu bilinmez. Taktik açıdan bakıldığında kağıt üzerinde kararın doğru olduğu açık. Aritmetik açıdan da; ister boykot kararına uyarak ister özel bir sebep olmaksızın sandığa gitmeyecek bütün vatandaşları hanesine yazma isteği anlaşılabilir. Ama stratejik açıdan, yani partinin taraf olduğunu söylediği meselenin halli açısından bakıldığında, boykot kararının çözüme ne katıp ne götüreceği, sorunu bugünkünden daha karmaşık hatta içinden çıkılması zor bir hale dönüştürme riski taşıyıp taşımadığı herhalde tartışılır. Kendisi iktidar alternatifi olmadığına göre, BDP’nin önümüzdeki dönemde nasıl bir siyasi tablo öngördüğünden, tezlerine kimin muhatap olmasını arzuladığına kadar uzanacak, meseleyi kiminle tartışmayı tercih ettiğinden başlayıp çözüm isteğinde samimiyeti de dahil kendisine yöneltilebilecek bir dizi soruya cevap vermesi beklenir.
Hülasa; İki ay önce Abdullah Öcalan’ın İmralı’da görüştüğü avukatlarına ‘Artık devrede ben yokum, kimin ne hali varsa görsün’ demesinin önümüze taşıdığı tabloya bakıp ‘bu durum iyi’ diyorsak söylenecek bir şey yok elbette. Ama ‘vaziyet kötü’ diyorsak, geriye dönüp nerede, neyi yanlış yaptık diye düşünmemiz gerek.
Ak Parti açısından baktığımızda da referandumda ‘evet’lerin baskın geldiği, genel seçimden başarıyla çıkıldığı varsayılsa bile, artık elde bir proje ve yol haritası olmaksızın sadece ‘açılım’ bayrağını sallayarak vaziyetin bugünkünden kötüye gitmesini engellemenin, umut devşirerek bir şeyleri sabit halde tutmanın imkanı yok.
Bütün bunlar, siyasi aktörlerin, karar vericilerin seyirci mi oyuncu mu olacaklarına karar vermelerinin gerekeceği bir dönemin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.