“Kamerun’lu halife”
Hizbu’t-tahrir’in Beyrut’taki toplantısında galiba bir müzakere sırasında ‘İslam ülkeleri veya devletleri’ tabiri kullandım. Bunun üzerine değerlendirmeler faslında benim bu kavramı kullanmama şiddetli itirazlar geldi. Halbuki, ben orada bir vakıayı meşrulaştırmaktan öte vakıayı anlatıyordum. İfadelerimiz serd ve tahkiye nevindendi. Dolayısıyla bu hassasiyetlerine anlam veremedim ve gereksiz gördüm. Onlar, 3 Mart 1924 tarihinden itibaren yani hilafetin yıkılmasından sonra kurulan devletleri siyasi ve hukuki anlamda meşru görmüyorlar. Zira, bu yeni devletlerin devlet olarak hilafet sistemini ve hukuk olarak da İslam hukukunu benimsemediklerini ve uygulamadıklarını söylüyorlar. Bu yönüyle onları ademi meşru ya da meşruiyetlerini yetersiz görüyorlar. Bu meselede tartışılacak bir yön görmüyorum. Lakin zannediyorum, İslam ülkeleri tabirine de benzeri reaksiyon gösteriyorlar. Halbuki, bu, tanım için kullanılan teknik bir kavramdır. Zira, devletlerin yapıları değiştikçe ülkelerin yapıları ve sınırları da değişiyor. Bugün devlet veya ülke olarak anılan yapıların Osmanlı döneminde esamisi bile okunmuyordu. Geçmişte bir mutasarrıflık olan Lübnan bugün bir ülke. Hizbu’t-tahrir bu gibi ülkeleri vilayet olarak adlandırmaktadır. Bu da tartışmalı bir durumdur. Zira, idare olarak eyaletler azalabilir de çoğalabilir de. Eskiden tek bir ülke olan Suriye birçok ülkeye bölünmüş vaziyettedir. Bununla birlikte, Hizbu’t-tahrir’in kurucusu Muhammed Takiyyüddin Nebhani Dirasetü’l fıkh (s: 29) adlı eserinde vilayetler veya ülkeler için ‘kutur’ ifadesini kullanıyor ki, ülke ile aynı anlama gelmektedir. Şüphesiz bunu tanım için zorunluluk makamında kullanıyor. Bununla kalmıyor, hilafetin ve halifenin yokluğunda bu kutur/beldelerden birisinde hilafet ilan edilmesinin diğer bütün beldeleri bağlayacağını da söylüyor.
•
Sözgelimi, Türkiye, Mısır ve Endonezya gibi büyük ülkelerde değil de Arnavutluk, Kamerun ve Lübnan gibi küçük ülkelerde dahi hilafetin ilan edilmesiyle birlikte bu ilanın -gayri Müslim güçlere dayanmadıkça- herkesi bağlayacağını ifade ediyor. Bu durumda diğer Müslümanlara biat zorunluluğu doğduğunu ve biat etmeleri ve bu yeni yapıya bağlanmaları gerektiğini ifade ediyor. Aksi takdirde, bugat/asiler durumuna düşeceklerini varsayıyor. Ve yeni halifenin kendi otoritesini tanımayanlara karşı harp ilan edeceği de ifade ediliyor. Bu durumda günümüzde, Kamerun yerine şartları hilafeti ilan etmeye daha elverişli olan Komor Adaları Cumhurbaşkanı Ahmet Abdullah Muhammed Sambi böyle bir teşebbüse kalkışsa; demektir ki, İslam dünyasının onu tanıması ve ona biat etmesi gerekmektedir. Elbette Hizbu’t-tahrir’in bu noktadaki yaklaşımı ideal olarak benimsenebilir ama realiteye uyar mı? Elbette ki uymaz. Hizbu’t-tahrir de Mutezile gibi hilafetin Kureyşiliği hadisinin bu hususta bir şart içermediğini ve getirmediğini, hadisin sadece gelecekten haber verme maksadı taşıdığını yani hüküm içermediğini söylemektedir. Halbuki, bu hususta Mutezile yerine hadisi sosyolojik açıdan tahlil eden İbni Haldun daha isabetli görünmektedir. Aksi takdirde, Hizbu’t-tahrir’in bu yöndeki yaklaşımı ideal olarak görünmekle birlikte ütopik kalma tehlikesi de barındırmaktadır. Halbuki, “İmamlar Kureyştendir” hadisini İbni Haldun’un yorumladığı ve anladığı gibi sosyolojik açıdan anlayacak olursak bütün problemler kendiliğinden çözülüyor. Gerçi Nebhani halifenin şartları arasında Kureyşli olmasını zikretmese de bunu kemal şartı olarak saymaktadır.
•
Zira hilafet denilince şevket ve asabiyet akla gelmektedir. Şevket anlamında halifenin caydırıcılığı asabiyetine dayalıdır. Asabiyeti de örgütlü güç demektir. Bu da ya muazzam bir kitleye dayanması ve hükmetmesi anlamına gelir. Bu durumda, Komor Adaları Cumhurbaşkanı Sambi’nin hilafet adaylığı ideal anlamda mümkün olmakla birlikte pek gerçekçi değildir. Bununla birlikte, halifenin tamamen İslami bir himayeye dayanması ve gayri Müslimlerin tasallutu veya hükmü altında olan bir bölgede veya ülkede olmaması noktasında da merhum Cemaleddin Kaplan gibilerinin tezlerini de nakzetmiş oluyor. Çoğulculuk, tekamülcülük ve tedricilik (yerine, tersini işmam eden inkilapçılığı savunuyorlar) gibi hususlar sanki Hizbu’t-tahrir’in yöntemine uygun düşmüyor ve anlayışlarıyla bağdaşmıyor gibi. Nebhani merhumun “Halife bulunduğunda ancak Cemeatü’l müslimin bulunur” demesi de hem isabetli hem de Hicre ve Tekfir Gurubu olarak anılan Şükrü Mustafa’ların kendilerini ‘Cemaatü’l Müslimin’ olarak görmelerine zımni bir göndermedir. İsam Attar gibiler de bu yönüyle Şükrü Mustafa ve arkadaşlarını ve cemaatlerini eleştirmiştir. Cemaatlerden bir cemaat olmak başka, bağlayıcı ve top yekün bir cemaat olmak veya görünmek başkadır. Zira, küçük bir grubun kendisini Müslümanlar cemaati olarak adlandırması tekelcilik anlayışını beraberinde getirdiği gibi, tekfirciliğe de kapı aralar. Çünkü, Cemeatü’l Müslimin’in dışında kalanlar İslam dairesinin dışına da taşar. Zaten onlar da bilindiği kadarıyla, hicri 3’üncü asırdan maadasını tekfire yönelmişlerdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.