Dökülen Yassıada binası... Yargı için ibret sembolü
önceki akşam, bir televizyon kanalında gösterilen "Yassıada duruşmaları"nın yapıldığı "bina"nın son halini gördünüz mü?.. Hani, "hayvan bağlasan durmaz" denilir ya, "tarihi bina"nın bugünkü durumu da, aynen öyleydi... Evet, "hayvan bağlasan durmaz"dı o binanın içinde... "Yıkık"tı, "dökük"tü, "perişan"dı!.. Salonların ortasında "çukur"lar açılmış, bazı odaların da ya "pencere"leri, ya da "kapı"ları sökülüp kaçırılmıştı... Sunucu, bunların "yağmalandığını" söylüyordu... öyle anlaşılıyor ki, burasının "tarihi bir bina" olduğunu iplemeyen insanlar, "işe yarayan eşya"ları söküp, evlerine götürmüşlerdi... Tek kelimeyle, "harabe"ye dönmüştü o bina!.. Kir, pas içindeydi...
Dedim ya; "hayvan bağlasan durmaz" bir hâldeydi.
O an, gözlerimin önünden 45-46 yıllık tarih geçti.. "Sizi buraya tıkan kuvvet, böyle olmasını istiyor" diyen "tarafsız"(!) ve "bağımsız"(!) yargı mensupları!..
"Duruşma"ları yayınlayan "radyo"lar ve darbeyi alkışlayan o günkü "gazete"ler!..
O binada, "Demokrat Partililer" değil, aslında "topyekû millet" yargılanmıştı...
"Milli iradenin iplenmediği" günlerdi, o günler!..
Tıpkı, "bugünkü" gibi!..
11 AY 1 GüN SüREN BİR MACERA
O kara günleri bilmeyen "genç nesil" için kısa bir bilgi aktaralım:
27 Mayıs 1960 günü Eskişehir'den Ankara'ya dönmekte olan Başbakan Adnan Menderes, Kütahya yolunda tutuklanarak Ankara'ya getirildi.
Başbakan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, hükümet üyeleri, Genelkurmay Başkanı, DP'li milletvekilleri gözaltına alınarak kafileler halinde Marmara Denizi'ndeki Yassıada'ya gönderildiler.
Askeri hiyerarşinin gözetilmediği darbede Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun da, komuta ettiği askerler tarafından tartaklanarak gözaltına alındı ve Yassıada'ya gönderildi.
Dâvâ, 14 Ekim 1960'da başladı.
11 ay 1 gün süren davalar 15 Eylül 1961'de sona erdi. Bu süre içinde yargılanan Bayar, Menderes, bakanlar, DP milletvekilleri ve eski Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'un da aralarında bulunduğu toplam 592 sanıktan, 228'i hakkında “idam cezası” istendi.
Hukuk dışı yargılamalara itiraz eden DP'lilere, Mahkeme Başkanı Salim Başol'un, "sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" sözleri adalete gölge düşürdü ve tarih kayıtlarına geçti.
Menderes, 15 Eylül 1961'de 14 arkadaşı ile birlikte idama mahkum edildi.
Yüksek Adalet Divanı, sanıklardan 31'ini müebbet hapis ve 408'ini de çeşitli hapis cezalarına çarptırdı.
Milli Birlik Komitesi 15 idamdan 12'sini ömür boyu hapse çevirdi.
Cumhuriyet döneminde idam edilen ilk Başbakan Adnan Menderes; idam edilen ilk bakanlar da Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan oldu. Zorlu ve Polatkan 16 Eylül'de, Menderes ise 17 Eylül'de İmralı Adası'nda idam edildi. Polatkan 46, Zorlu 49, Menderes ise 62 yaşındaydı.
TANSEL HANIM VE HANGİ COŞKU?
Bir yandan gözlerimin önünden akıp giden "tarih şeridi"nde bunları seyrederken bir yandan da Danıştay Başsavcısı Tansel çölaşan'ın sözleri çınlıyordu kulaklarımda...
Malûm;
Ankara Barosu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla düzenlenen "Kadın Olmak" konulu sempozyumun, "Hukukta Kadın" başlıklı oturumunda konuşan Tansel Hanım, kadınlara yönelik en ağır baskının din adına yapılan baskı olduğunu iddia ediyor ve sözlerinin devamında, çok tartışılan şu sözleri sarfediyordu:
"Kimse idam cezasını istemez ama o dönemde bunlar idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı. 27 Mayıs'ı burada ihtilal olarak görmek hata olur.
1960 ihtilali aslında bir devrimdir."
İyi de; bu nasıl "toplumsal coşku"dur, bu nasıl "devrim"dir ki; o "duruşma"ların yapıldığı, o "karar"ların verildiği bina, bugün niye "hayvan bağlasan durmaz" hâldedir!..
Oysa, benim bildiğim;
Bu millet, "millî iradeye saygılı" davranan herkesi, evet "politikacı"yı, "bürokrat"ı ve "yargı mensubu"nu hep baştacı etmiş, onlara saygıda kusur etmemiştir!..
Bu millet ki;
"Millet lehine kararlar"ın alındığı "bina"lara daima sahip çıkmış, onları "temiz" tutmuş ve onları geleceğe taşıyarak "genç nesil"lere tanıtmıştır!..
"Erzurum Kongresi"nin toplandığı tarihi binadan tutun da "Sivas Kongresi" ve "ilk Meclis'in toplandığı" binalara kadar!..
Peki, Yassıada binası niye "izbe" ve "harabe" hâldedir?.. O bina, niye "hayvan bağlasan durmaz" durumdadır?..
çünkü,
"Millî iradeye ters kararlar" çıkmıştır o binadan!..
"Milletin öfkesi"ne yol açan kararlar çıkmıştır o binadan!..
Hani, bazı "Batı filmleri"nde "lânetli bina"lar vardır ya, işte Yassıada duruşmalarının yapıldığı ve 3 idam kararının çıktığı o bina da, milletin gözünde bir anlamda "lânetli bir bina"dır!..
Hem bu nasıl "halk coşkusu"dur ki, idam kararlarının çıkması üzerine, halk; iki gözü iki çeşme ağlamıştır!.
Bu nasıl "coşku"dur ki, halk; "idam" kararı çıkan o binayı yağmalamış, pencere ve kapılarını sökmüştür!..
Demek oluyor ki;
İnsanların, o binada verilen "karar"lara hiçbir saygısı yoktur!..
Ve tabiî;
"İdam" kararı veren "yargıç"ların da "millet"e saygısı yoktu!..
YARGIçLARA ANAYASAL ZIRH!
Aslına bakarsanız; "Yassıada duruşmaları"nın yapıldığı o binanın "hayvan bağlasan durmaz" bir harabeye dönmesi, "Türk Milleti Adına" karar veren "yargı"nın, "milletten kopukluğu"nun da bir göstergesidir!..
çünkü bu millet, gerçekten "millet adına karar"ların alındığı binaları yaşatmıştır!.. Erzurum'da yaşatmıştır, Sivas'ta yaşatmıştır, Ankara'da yaşatmıştır!..
Ama, "Yassıada binası"na "ilgi" göstermeyerek, "bakımsız" bırakarak ve hatta "yağmalayarak", bir anlamda o binayı "cezalandırma" yoluna gitmiştir!..
O an, şunu düşündüm:
Millet, niye "karar verenleri" değil de "binayı cezalandırma" yoluna gitmiştir?..
Dün sabah gazeteye geldiğimde de bunları düşünüyordum ki, işadamı M.Kemal Derinkök'ün bir "şikâyet"i ve bu şikâyetle ilgili olarak verilen "karar", kafamdaki sorulara cevap oldu...
Efendim, işadamı M.Kemal Derinkök, "Yargıtay 12. Hukuk Dairesi üyesi" bir hakim hakkında, "yanlı" davrandığı ve "maddi gerçekleri gizlediği" gerekçesiyle şikâyette bulunmuş.. Dâvâ, 3 Mart 1997 tarihinde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nda karara bağlanmış.
Gerisini, işadamı M.Kemal Derinkök'ün mektubundan okuyalım:
"Demokrasinin gereği olarak ortaya çıkan kuvvetler ayrılığı prensibi gereğince yasama, yürütme ve yargının birbirine tahakkümünden söz edilemez.
Maalesef ülkemizde yargı gücünü elinde bulunduranlar, kendilerini her şeyin üstünde görmekte ve demokrasinin vazgeçilmezlerinden olan yasama, yürütme organlarına tahakküm etmektedirler.
Peki, yargı bu tahakküm etme keyfiyetini nereden almaktadır?
Yargı mensupları; kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı hareket etme gücünü T.C. Anayasası'nın 148/3. maddesinden almaktadırlar. Bu madde gereğince yargı mensupları hakkında Yargıtay Genel Kurulu'nda dava açılabilmesi, cezai yönde bir karar alınması ön şartına bağlanmıştır.
Bu şart gerçekleşmeden, yargı organı mensupları yani Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Asker Yüksek İdare Mahkemesi Başkan ve üyelerini, Başsavcılarını, Cumuhriyet Başsavcı Vekillerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Sayıştay Başkan ve üyeleri hakkında dâvâ açılamamaktadır.
Bu kişiler hakkında dâvâ açılabilmesi için öncelikle Yüce Divan sıfatı ile Anayasa Mahkemesi'nden cezai sorumlulukları bakımından mahkumiyet kararı alınması gerekmektedir.
Bunun gerekçesi olarak da; yargılanacak kişinin gördüğü işin önem ve özelliğinin özel bir anayasal güvence altına alındığı gösterilmiştir.
Böyle bir ayrıcalık dünyanın hiçbir yerinde bulunmamaktadır.”
ADIM HIDIR, ELİMDEN GELEN BUDUR!
M.Kemal Derinkök’ün de işaret ettiği durum, özet olarak şudur:
“Adı geçen yargı mensupları aleyhinde dâvâ açılamaz... Yargı mensupları, anayasal güvence altına alınmışlardır!.. Onlar hakkında dâvâ açılabilmesi için, Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmaları ve hatta mahkûmiyet kararı almaları şarttır!”
Aksi halde, haklarında dâvâ açılamaz!
Bu, ne demektir?..
“Yargı mensuplarına imtiyaz tanımak”tır!..
Onlar, “ayrıcalıklı vatandaşlar”dır!..
Peki, “Anayasa’nın 10. maddesi” ne diyor?..
“Kanun önünde herkes eşittir!..
Hiçbir kişiye ve zümreye imtiyaz tanınamaz!”
Eee, “yargı” mensuplarına bu “imtiyaz” niye?..
Demek oluyor ki;
“Herkes eşittir, ama bazıları daha eşittir!”
İşte bunu öğrenince, şunu düşündüm:
“Demek oluyor ki; kızını dövemeyen insanlar, kendi dizini dövüyor!”
Bir anlamda;
“Benim adım Hıdır, elimden gelen budur” diyerek, “yargı”yı cezalandıramayınca, yargıçların karar verdiği “bina”yı cezalandırıyor!..
Galiba, “Yassıada binası”nın “metruk” hale gelmesinin, “hayvan bağlasan durmaz” duruma düşmesinin sebebi bu olsa gerek!..
Millet, “Yassıada Yargıçları”nı cezalandıramayınca, “Yassıada binası”nı cezalandırıyor!..
Ne yapsın, “elinden gelen” bu!..
Sözde “Türk Milleti Adına”, ama özde “Türk milletinin inadına” kararlar veren “yargı mensupları” için, o bina bir “ibret sembolü”dür!..
Tabiî, anlayabilene!..
---------------
TüSİAD isteyince!
TüSİAD Genel Başkanı ve aynı zamanda "patronun kızı" olan Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın, geçenlerde çıktığı "uzlaşma turu"nu biliyorsunuz!..
Ankara ve İstanbul'da görüşmelerde bulunan Arzuhan Hanım, arzu ediyordu ki, "Hükümet geri adım atsın" ve giriştiği "Anayasa değişikliği"nden vazgeçsin!..
Oysa, 1997'de ve bundan 10 yıl sonra 2007'de "Anayasa değişikliği" raporu hazırlatıp, "Anayasa Mahkemelerinin yapısı gözden geçirilmelidir... Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi, Cumhurbaşkanlığının tekelinden çıkartılmalıdır" diyenler, kendileriydi!.. Yani, TüSİAD'çı patronlardı!..
Bu durumda şöyle sormak gerekmez mi;
Değişikliği "TüSİAD" isteyince "demokratik girişim"dir de, "hükümet" isteyince "laikliğe aykırı bir eylem" midir?..
Severim böyle çifte standardı!..