Kütük ev hülyasını hazin sonu
Neredeyse dağın başında bir yere, ilgili mercilerden izinsiz ve habersiz bir cür'etle çevirmeğe kalkıştığım 30 metre murabbaındaki kütük evin hikâyesinin, geçen haftaki tefrikası, belediye hudutlarının ötesini de gözetleyen zabıtanın kırmızı mumlu mührüyle sona ermiş fakat anlatacaklarımız bitmemişti.
Devam ediyoruz fakat, sizi te'min ederim; bu sonuncusudur.
Eyvallah, "Şeriatın kestiği parmak acımaz" denilmiştir; kanun ve kurallara saygılı olmamız lazımdır fakat kanun ve kuralların uygulanacağı alan "İmar" kavramı içine girince garip bir şey oluyor. Her yerde aynı katılıkta ve şekilde olduğunu zannettiğimiz kanun ve kurallar birdenbire genişlemeye, yumuşamaya, bazen gaz halini alarak ince gözeneklere nüfuz ederken bazen çelik gibi sertleşmeye, daralmaya, biçim değiştirmeye, sakız gibi uzamaya, kirpi gibi kapanmaya, hayat gibi görünmez veya lüzumundan fazla görünür olmaya başlıyor.
Siz şimdi örnek istersiniz değil mi? Veriyorum: Bulunduğunuz binanın penceresini açıp başınızı dışarı çıkarınız ve etraftaki binalara bakınız.
Onların çoğu vaktiyle imar denilen şeye aykırı yapılardı; sonra bir şekilde "mevzuat"ın bünyesi içine girip terbiyeli mahalle çocuğu oluverdiler; bazıları hatta önemli bir kısmı hâlâ aykırıdır düpedüz. Korkmayınız bir şey olmaz. İmarı olmayan binalar da neticede yerçekimi kanunlarına itaat etmek zorundadır; hangi binanın daha sağlam, daha gösterişli, daha değerli veya pahalı olduğuna karar veren imar mevzuatımız değildir; o mevzuatın ardında duran yürütme gücüdür.
Geçenlerde bir lâf duydum, çok hoşuma gitti, diyor ki, "Kuralları çiğnemek için evvela onları bilmek gerekir!"
Vaktiyle gecekonduların pıtırak gibi sarıverdiği varoşları görebiliyor musunuz pencereden; büyük ihtimâl göremeyebilirsiniz çünkü şu an itibariyle bulunduğunuz yer dahi vaktiyle bir gecekondu mahallesi olabilir pekâlâ.
Gecekondu demek, "Biz şimdilik yapalım, imar arkadan gelsin" demektir. İmar ise daima arkadan gelir, önce devlet arazisi üzerine yapılan gecekondulara altyapı hizmetleri götürülür, ardından imar mevzuatı kapsamına alınır, onun ardından mütayitler, gecekondu sahibini "kat karşılığı pazarlığı" ile ikna edip yerine büyük kooperatif blokları, siteler, cicili bicili mahalleler kurarlar. Devletin mülkiyetindeki arsalar, şahsi mülk haline gelir, mülkiyet kalesinin yıkılmaz burçlarından birini daha oluşturur...
Kabul ediyorum; bu benim yaptığım şey doğru değil; ben de biraz sabredebilseydim; ben de kendi adamımı arayıp bulsam, yüzsuyu döksem, hatta bu kadar zahmet etmek yerine cesaretli davranıp mühürü sökerek kütük kulübemi inşa etmeye devam etseydim, % 99 ihtimalle bugün "eser" yerli yerinde olacak, gururla yükselecek veya yaptığım mühendislik hesaplarının ciddiyetine dayanamayarak kendi ağırlığının altında kalacaktı.
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diyeceksiniz. Eminim çünkü, bizim kütük evin bulunduğu yerde imar kuralları her nedense yumuşayıvermiş; geçen haftaki yazıyı okuyan civar komşularım cep mesajı çektiler; "O senin dediğin dört yıl evvelin yasağıydı" dediler.
Fakat, bâ'de harab'ül Basra!
Ne demiş o meçhul filozof, "Kuralları çiğnemek için evvela onları bilmek gerekir!". Yazın bir tarafa, inşaat işlerine girerseniz lâzım olur.
Mühürcü imar ekibi, arabasına binip gittikten sonra yarıda kalmış bir semaver dolusu çayı içip bitirdik, bundan sonra nasıl hareket etmemiz gerektiğini düşündük, bir çıkar yol bulamadık.
Dayımın oğlu, kütük ev ortağım Ahmet'e telefon ettim. "Ben bir sorayım, olmaması lazım" dedi. Akşam olmuştu, marangoz avadanlıklarını toparlayıp "yasak inşaat" alanını terk ettik.
Aradan birkaç hafta daha geçti. Bu arada, "Olmaz bir şey; Osmanlı'nın yasağı üç gün sürer; moralini bozma, devam et" diyenler oldu fakat dağın başındaki bahçeye her gidişimde tek sıra kütüğün ucuna yapıştırılmış kırmızı mühür moralimi bozuyordu.
Ortağımla konuştum; "Benim bu işten sıdkım sıyrıldı, bu kütük ev hülyasından vazgeçiyorum" dedim. Defteri çıkardım, hesaplara baktık. Ortağım benden 2 bin lira daha fazla para harcamış görünüyordu,
-Hakkını helâl et ortak dedim. "Sen bu inşaat içinde daha çok içeri girmiş görünüyorsun ama burada nerden baksan zararını karşılayacak miktarda en az on ton kuru telefon direği var; üstelik çoğu çıralı, ziftli. İstersen bir hızarcı çağıralım, biçtirip sobalık edelim; fakire fukaraya dağıtırsın; istersen kışı geçirecek şekilde bir araya getirip üstünü naylonla kaplayalım. Seneye ne olacağı bilinmez.
Ortağım boynunu büktü. "Sen nasıl istersen öyle olsun abi" dedi.
Bir günlüğüne üç işçi daha tutup inşaata getirdim. Yine semaver demledik; ekmek, domates, peynir, üzüm aldık. Çarşıdan naylon örtü aldım, marangoza çıta biçtirdim. Nerdeyse iki kamyon tutarında telefon direği kütüğünü üstüste yığıp naylonla kapladık, yağış almayacak şekilde kenarlarından çıtaladık. Çektik gittik.
Aradan dört sene filan geçti; bu yazıyı yazarken aklıma düştü. Google'ın "Earth" programını açıp bizim inşaat arsasına uzaydan baktım; komşular boş durmamışlar, kütük bile dikilmesi yasaklanan arazi parseline tam dört yapı birden kondurmuşlardı.
Yenilmiştim.
Eh, haydi şu pehlivan tefrikasına dönen yazı dizisini bağlayıp imâmesini takalım. Şekilden de anlaşılacağı üzre ben Sevan Nişanyan gibi imar mevzuatının ardında sipere yatan kamu otoritesiyle yaka-paça olmayı göze alan takımından değilim. Bu durumda Nişanyan'a, mütayitlik macerasında başarılar dilemekten başka söyleyecek kelimem yoktur.
Bu hikâye de burada biter.
Ne demiş o meçhul filozof, "Kuralları çiğnemek için evvela onları bilmek gerekir!". Yazın bir tarafa, inşaat işlerine girerseniz lâzım olur.