Yayıncılığın gizli sırlarını açıklıyorum
1980'li yılları bugünün gençlerine hatırlatmak kolay değil ama anlatmayı deneyebiliriz: O yıllarda özel televizyon yoktu, radyo da yoktu.
TRT, tek başına yayın tekelini elinde tutuyor ve yanlış hatırlamıyorsam numaralandırdığı üç farklı kanal yayınlıyordu. Hal böyle olunca TRT ekranlarında görünmek, şahsi popülariteyi artıran çok önemli bir unsur haline geliyordu; buna rağmen hak nâ-şinaslık etmeyelim, TRT galiba ekranına misafir ettiği her kişiye sembolik de olsa cüzi bir ücret ödüyordu. (Buraya bir mim koyalım; ilerde lâzım olacak çünkü...) Televizyonun az, adamın bol olduğu zamanlardı.
Sonra radyolar çıktı piyasaya; TRT'nin radyo tekeli de kırıldı.
İnanılacak gibi değildi; parayı bastıran, ekipmanını kuran kendi radyosunu açabiliyordu. Biz bile şaşıyor, "Bu kadar TV'yi, radyoyu devlet nasıl denetler, nasıl başa çıkar." diye sanki üstümüze çok vazifeymiş gibi hayret ediyorduk.
Sonra alıştık; şaşırdığımız her şey, akan suların kendi yolunu bulması gibi tabii âhengine büründü. Denetim sistemleri kuruldu; hürriyetin, ifade serbestliğinin ne kadar güzel bir şey olduğunu farkettik fakat ortaya bir mesele çıktı. Yüzlerce, birkaç yüzlerce radyo ve televizyonun 24 saat yayın akışı nasıl sürdürülecekti?
Evet, video ve teyp diye bir şey vardı ve böylece tekrar yayınları ile günün önemlice bir kısmını kurtarmak mümkün olabiliyordu ama seyirci-dinleyici, kısaca müşteri diye bir şey daha vardı; film, şarkı, dizi-haber... müşteri her zaman yeni ve taze şeyler istiyordu ve çok ilginçtir, on onbeş dakika sonra ilgisi dağılıveriyor, o kanaldan ötekine; bu radyodan bir diğerine "geçgeçleyip" duruyordu.
Ne azgın, ne yaman, ne obur bir şeydi bu dinleyici-seyirci; doymak, "Yeter artık, ben onbeş gün bir şey seyretmeyeceğim; bu kadarı bana yeter arkadaş." demiyordu.
Galiba işte o anlarda yayıncılar, "tartışma programları" denilen sihirli icadı keşfettiler. Birbirine zıt durduğu farzedilen en az iki isim çağırılıyordu stüdyoya; başlarına bir de "Moderatör", yani arabulucu, tartışmayı selametle yöneteceği farzedilen kişi konuluyor ve herhangi bir mevzu atılıyordu ortaya.
Şenlik başlıyordu; tartışmacılar, nereden bulduklarını hâlâ çözemediğim bir nükleer, hatta füzyon enerjisiyle saatler boyunca tartışıyor, birbirlerini sinirlendiriyor, araya lâf sokuşturuyor, o da olmazsa "Yalan söylüyorsun, hepsi yalan, yalan!" diye kışkırtarak seyirciyi ekran başına bağlıyorlardı.
Ve işin en güzeli, tartıştıkları yayın için ilgili yayın kuruluşundan hiçbir şey istemiyorlardı. Yayın kuruluşları da o kadar anlayışsız değillerdi elbette; davet ettikleri misafiri otomobille evinden alıp kanala getiriyor, iş bittikten sonra aynı yolla uğurluyor, programdan sonra "Ağzınıza sağlık; yine bekleriz; müthiştiniz!" demeyi de ihmâl etmiyorlardı.
Herkes memnundu, herkes kârlıydı; yayıncı, misafir, yönetici, seyirci, herkes...
Bu sistem hâlâ yürürlükte; bazılarınızda alışkanlık haline gelen tartışma programları işte böyle yapılıyor.
Herhangi bir yayın kuruluşunda kadrolu veya sözleşmeli olmadıkları halde kendilerine kısaca, aydın, entelektüel, yazar, fikir önderi, kanaat lideri, toplumsal sözcü, siyaset adamı, akademisyen, gazeteci, araştırmacı dediğimiz kişiler hakkında bundan onbeş sene kadar önce yine bir entelektüelimiz "Medya maydanozları" adını vermişti; bu lakapta, maydanozun her derde deva olduğu varsayılan şifâlı tesirine acımasız bir gönderme vardı.
O günlerde haftalık dergilerden biri, az önce bahsettiğimiz kişilere yönelik bir anket yapmışlar ve yeni bulunduğu öne sürülen (Palavradan tabii!) bir mikrobun Türkiye'de yayılması konusunda neler düşündüklerini sormuşlardı.
Tahmin ettiniz; içlerinde hemen hemen hiç kimse, "Kardeşim ben ne biyologum ne de mikrobiyolojiden anlarım; varın o soruyu uzmanına yöneltin!" dememiş, kısa bir boğaz temizleme akordundan sonra, "Ee, efendim bu mikrop, anlaşıldığı kadarıyla..." diye söze başlayarak bir güzel yorum döktürmüşlerdi de o dergi bunları altalta sıralayıp yayınlayınca gümbürtü kopmuştu!
Gümbürtü kopmuş muydu sahiden; hayır hiçbir şey olmamıştı. Sadece birisi, "Yahu bunlar medya maydanozları" diye bir tesbitte bulunmuştu sadece. Bu güzel keşfi benden başka hatırlayan pek çıkmaz nedense...
Niçin çıkmaz? Çünkü bu insanların çoğu -ki bundan sonra bu yazı çerçevesinde ben onlara kısaca "Medya arayüzleri" (*) isminin verilmesini teklif ediyorum- TV, dergi, gazete, radyo gibi kanaat belirleyici yayın kuruluşlarına sözü ve nazı geçen, etkili adamlar; onlar bir kavramı yaygınlaştırmak isterlerse bunu başarırlar, unutturmak isterlerse onu da...
Medya maydanozları böylece unutulup gitti fakat yeni adıyla "Medya arayüzleri"nin faaliyeti eskisinden daha yoğun olmak üzere sürüp gidiyor.
Efendim, itiraf etmek biraz ağırıma gidiyor ama kabul etmek lazım ki ben de işte bu "Medya arayüzleri" cemaatinin bir parçasıyım.
Öyle değildim; eskiden alaya alır, "Bir gecede kanal kanal dolaşıyorlar" diye dalgamı geçerdim. İki seneden beri artık ben de bir medya arayüzü, hadi acıtıcı tabiri kullanalım "Medya Maydanozu" oldum!
Ee, serde köşe yazarlığı da var; köşe yazarı demek, esasen bilse de bilmese de herşeyden anlayan adam demek.
Lâkin mesele o değil arkadaşlar; gelecek hafta yine bu köşede, niçin âcilen bir "Medya Arayüzleri Sendikası" kurulması gerektiğinden bahsedecek ve sebeblerini açıklayacağım.
Başkanlığında gözüm varsa nâmerdim; benimkisi sadece ezilen kitlelerin yanında yer alan entelektüel ve -ayıptır söylemesi; afedersiniz- "Solcu" bir tavır oluyor.
Ayrıntılar haftaya...
(*) Arayüz, bilgisayarın yaptığı işi görünür hale getiren ekran, yazıcı, fare gibi araçlar için kullanılan bir tabir. İngilizcesi "İnterface"